3 Yılın Ardından Türkiye-AB Bildirisi, Göç Yönetimi, Tartışılanlar ve Tartışılmayanlar

Ahmet Ceran, İKV Uzmanı

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel sistemin karşı karşıya kaldığı en büyük göç akınına sebebiyet veren Suriye krizi, sadece ülkenin kendisinde değil, Suriye’nin komşusu ülkelerde ve yerinden edilen kişilerin öncelikli hedefi olan AB’de de hayatın olağan akışını doğrudan etkiledi. Sınır kontrol yöntemleri yeniden şekillendi, insan hayatını korumanın yolları öncelikli gündem maddesine dönüştü ve toplum kitleleri arası uyumun veyahut uyumsuzluğun önemi hatırlandı.

Bundan üç yıl önce, 18 Mart 2016 tarihinde, uzun süren istişarelerin, müzakerelerin ve ortak çalışma deneyimlerinin ardından Türkiye ve AB’deki kurumsal karar alıcılar, bütün yukarıda bahsi geçen kökten değişim ve dönüşümlere sebep olan göç akınlarının en iyi şekilde yönetilebilmesi için öngördükleri işbirliği mekanizmalarını kamuoyuna sundu. Türkiye-AB Bildirisi’nin kabul edilmesi, böyle bir ivmenin neticesiydi.

Temelde bildiri, tarafların sınır güvenlik birimleri arasındaki operasyonel işbirliğini artırmanın, Doğu Akdeniz göç yolunda insan kaçakçılığını ve yüksek orandaki insan ölümlerini engellemenin ve göçmenlerin toplumlara daha ileri şekilde entegrasyonunun yollarını arıyordu. Öte yandan bildiri, sadece göç yönetimi odaklı bir işbirliği taahhüdü olmanın ötesinde, Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, vize serbestliği diyaloğunun hızlandırılması, adaylık sürecinin kendisi hakkında da hükümler içeriyordu.

Türkiye-AB Mülteci İşbirliğinin Temel Mekanizmaları Ne Durumda?

Bütün bu arka plan bilgileri bir yana, Türkiye-AB Bildirisi, üç kritik mekanizmasıyla öne çıktı ve üç yıl boyunca Türkiye-AB ilişkileri gündeminde kritik yer işgal etti. Bunların ilki, Türkiye üzerinden Doğu Akdeniz göç yolunu kullanarak Yunanistan’a geçiş yapmaya çalışan Suriyelilerin Türkiye’ye geri gönderilmesi, karşılığında Türkiye’deki kamplardaki Suriyelilerin AB ülkelerine yerleştirilmesine dayalı 1:1 mekanizmasıydı. Nitekim 1:1 mekanizması geçtiğimiz üç yıl boyunca, işbirliğinin zayıf işleyen aygıtlarından biriydi. Bu bir yandan Yunanistan’da göçmenlerin geçici süreyle yerleştirildiği tesislerin kapasite eksikliğinden; diğer yandan Türkiye’deki kabul merkezlerindeki şartlardaki yer yer eksiklikler ve AB ülkelerinin Türkiye’deki kamplardan yerleştirilmesi öngörülen Suriyeli toplulukları kabulündeki isteksizliğinden kaynaklanıyordu. Yine de Almanya ve Hollanda gibi bir takım ülkeler öne çıktı ve insani sorumluluğu yerine getirmek noktasında önemli adımlar attı. 

İkinci kritik mekanizma şüphesiz ki artırılan operasyonel işbirliği ve NATO’nun da dâhil edildiği bir sınır kontrolü uygulamalar ağıydı. Sınır kontrol işbirliğinin en temel önceliği, Doğu Akdeniz’deki düzensiz geçişlerde meydana gelen ölümlerin engellenmesiydi. Avrupa Komisyonunun da her fırsatla gururla paylaştığı veriler ışığında, bildirinin kabulünden önceki 20 aylık süreçte Doğu Akdeniz’de hayatını kaybedenlerin sayısı 1.175 olarak görünmekteyken; Nisan 2018’de bu rakamlar 130’a gerilemişti. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin AB ile uygulamaya koyduğu göç yönetimi işbirliği,  öyle veya böyle, üç senedir insan hayatını net şekilde koruyor. Bağlantılı olarak Komisyon verileri, gerçekleşen düzensiz geçişlerin yüzde 97 oranında düştüğüne işaret ediyor. Bu nedenle Türkiye-AB mülteci işbirliğinin tonunu ve yöntemlerini eleştirirken bu boyutları da dikkate almakta fayda var.  

Bahsedilmesi gereken son mekanizma ise hiç şüphesiz ki meşhur 3+3 milyar avro ve bunun dağıtımı için oluşturulan Türkiye’deki Mülteciler için Mali Yardım Programı idi. 18 Mart Bildirisi’nin üzerine atılan imzalar daha kurumadan gündemin en ortasına yerleşen “para meselesi” halen daha işbirliğinin en medyatik ve ilgi çekici konusu. 3 yıldır Türk tarafı ilgili mali kaynağın aktarımındaki yavaşlıklara ve eksikliklere işaret ederken Komisyon ise o tarihten bu yana ilgili 3+3 milyar avro ile hayata geçirdikleri projelerin reklamını yapmaktan geri durmuyor. Bu mali araç sayesinde AB tarihinin en yüksek bütçeli yardım projesi ESSN de bilindiği üzere hayata geçirilmişti. Nitekim geçtiğimiz 3 yıllık süreçte ilgili mali kaynakların aktarımı, projelendirilmesi, bütçe yapısı ve uygulama aşaması gibi pek çok boyutun analizi, pek muhtemeldir ki nice yüksek lisans/doktora tezlerinin konusunu teşkil edecek.

En kısa ve özet haliyle geçen üç senede yukarıdaki başlıkların öne çıktığını söylemek mümkün. Nitekim tartışılması gereken asıl konu, teknik işbirliği mekanizmalarının, araç ve tesislerinin yanı sıra, böylesi bir işbirliğinin dayandığı motivasyon, öz. Zaten uluslararası ve ulusal ölçekteki sivil toplum da tam olarak uzlaşının bu zayıf karnını hedef alıyor. Eleştirel kesimler, işbirliği mekanizmasının tamamen pragmatik ve “transactional” saiklerle tesis edildiği, insaniyetin birincil önemde güdülmediği ve sahaya yeni bir yaklaşım veya metot getirmediği görüşünü benimsiyor. Öte yandan bu eleştirileri, Türkiye’de göç yönetimi için güvenli ülke statüsünü edinmeye uygun bir altyapının olmadığına dair görüşler de takip etti. Peki, üç yıllık işbirliği süreci; özü ve niteliği bakımından nasıl bir performans sergiledi?

İnsaniyet ve Pragmatizm Tartısı

İlk olarak Türkiye’nin güvenli bir üçüncü ülke olup olmadığı tartışmalarına kısaca değinmek gerekir. Mevcut tabloda Türkiye, en fazla sayıda Suriyeliye ev sahipliği yapan ülke konumunda. Geçici Koruma statüsü ve bağlantılı haklarla birlikte Suriyelilerin hak ve özgürlüklerinin etkili şekilde düzenlendiği hukuki manzumenin ve idari yapının kurulduğu ülkelerden biri de Türkiye. Ki, Türkiye-AB Vize Serbestliği Diyaloğu ile birlikte önemli oranda göç yönetim birimlerin güçlendirildiği de muhakkak. Öte yandan güvenli ülke statüsünün ilgili her göçmen için ayrı ayrı, kendi şartları dâhilinde değerlendirmeye alındığını da hatırlamakta fayda var. Nitekim bütün bunlar bir yana, halen daha Türkiye’de Suriyelilerin entegrasyonu ve uyumu konularında atılacak çok fazla adım var ve bu adımlar çok da hızlı şekilde atılmıyor. İyileştirilmesi gereken idari ve teknik altyapı mevcudiyetini koruyor.

Kurgulanan göç işbirliği mekanizmasının yenilikçi bir boyut taşımadığı, Türkiye-AB mülteci uzlaşısının, AB’nin standart bir göçü dışsallaştırma hamlesi gibi görülmesi gerektiği yönündeki analizler de geçtiğimiz 3 yılda sıkça gün yüzüne çıktı. Bu noktada çok net bir şey söylenebilir ki, hem sağlanan mali kaynaklarla hayata geçirilen insancıl ve teknik projeler, hem de kayıpların önlenmesi açısından muhakkak ki insani sonuçlar mevcut.

Öte yandan Komisyonun ve diğer AB kurumlarının vize serbestliği diyaloğu, Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, mali yardımların sürdürülebilir kılınması gibi konularda ileri adımlar atmaması, tüm işbirliğinin Yunanistan’dan Türkiye’ye iade edilen göçmenler ve 3+3 milyar avro tartışmalarında düğümlenmesi, işbirliğinin içselleştirilmesi açısından ortaya çıkan eksiklere işaret ediyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde mevcut işbirliğini kendi araçları üzerinden tartışmaktansa daha geniş, insan odaklı ve işlevli bir işbirliğinin temel öğesi haline getirecek ileri seviye kapsamlı işbirliği adımlarının da atılması lazım. Böylesi bir sürece, Türkiye-AB Vize Serbestliği Diyaloğu ve bu diyalog ile birlikte Türkiye’nin göç yönetimini sivilleştirme, modernize etme ve hukuki düzleme oturtma adımları atmış olması, iyi örnek sayılabilir.                                      

Mevcut tabloda Türkiye-AB ilişkilerinin fazlasıyla dar kapsamlı, sınırlı ve teknokratik süreçlere ve işbirliklerine bırakıldığı, büyük siyasi hamlelerin ve açılımların gündem dışı kaldığı yönündeki eleştirilere kulak tıkamamakta fayda var. Nitekim ancak 18 Mart Bildirisi’nin tüm diğer alanlarında ilerleme sağlandığı takdirde üç yılın ardından bu bildirinin her şeyiyle işlevsel olduğunu söylemek mümkün olabilecek.

MAYIS – HAZİRAN 2019