Bağdat’a Uzak, Erbil’e Yakın
Ankara Temmuz 2008’de Bağdat yönetimi ile Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Antlaşması’nı imzaladığında Irak’ta temel muhatabının Bağdat olduğunu acık bir şekilde ortaya koymuştu. Bu antlaşma Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin artırılması, Irak doğalgazının uluslararası pazarlara ulaştırılması gibi enerji konularını da içeriyor ve enerji konusunda da temel muhatabın Bağdat yönetimi olduğunu gösteriyordu. Üstelik Türkiye Erbil’in Kürdistan Bölgesel
Yönetimi temelinde hızla Bağdat’tan kopmasını ve bağımsız bir Kurt devletine dönüşmesini engellemenin yolunun Erbil ve Bağdat’ın enerji yasaları üzerinden birbirlerine bağımlı kılınmasından geçtiğini düşünüyordu.
Bu doğrultuda 2006-2010 yılları arasında enerji konularında yapılmaya çalışılan yasal düzenlemelerde Ankara, Erbil ve Bağdat’ı benzer noktada buluşmaya ikna etme politikası izlemiştir. Örneğin, Temmuz 2008’de Bağdat ile ağırlıklı olarak enerji transferini kapsayan antlaşma Erbil’i enerji konusunda Bağdat ile eşgüdümlü çalışmaya çağıran bir girişim olarak değerlendirilebilir. Yine Eylül 2010’da Ankara’nın Kurt liderleri rahatsız etmeyi de göze alarak Bağdat ile yaptığı bir antlaşmayla Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı suresinin 15 yıl daha uzatılmasını kabul etmesi bu politika ile yakından ilişkilidir.
2009 ve 2010 yıllarında yaşanan iki önemli gelişme ise Türkiye’nin Erbil ve Bağdat karşısında
İzlediği dengeli politikayı önemli ölçüde etkilemiş ve Ankara’yı 2011’de ABD’nin bölgeden çekilmesiyle birlikte iki farklı Irak politikası izlemeye zorlamıştır.
Bunlardan ilki 2009 yılında Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde kalan topraklarda yüksek rezervli petrol ve doğalgaz kaynaklarının bulunması iken, ikincisi Ankara ve Bağdat arasındaki ilişkilerin 2010 yılı sonundan itibaren gerginleşmeye başlamasıdır. İlk gelişme Ankara ve Erbil arasındaki yakınlaşmanın maddi zeminini oluştururken, ikinci gelişme de siyaseten bu ilişkiye uygun bir ortam sağlamıştır. Enerji konusuna geçmeden önce ikinci dinamiğe, yani Ankara ve Bağdat arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine zemin hazırlayan gelişmelere değinmekte fayda var.
2003 ABD işgalinden sonra ciddi bir risk olarak ortaya çıkan Irak’ın etnik ve mezhepsel bölünme olasılığı konusunda hassas davranan Ankara, Irak’ta yapılan 2010 seçimlerinde siyasi bir risk alarak Şii kökenli bir isim olan İyad Allavi’nin başında olduğu el-Irakiye koalisyonunu destekledi. Türkiye’nin gözünde Irak milliyetçisi olan ve mezhepçi bir politika izlemeyen Allavi, otoriter yöntemlere başvurmaya başlayan ve mezhepçi bir dil kullanan Maliki’ye tercih edilebilirdi.
Bu doğrultuda Ankara Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte hareket ederek Iraklı Sünnileri el-Irakiye koalisyonuna destek verme konusunda ikna etmeye çalıştı.
Allavi’nin koalisyonunun seçimleri kazanmasına rağmen kendisine çok yakın oy alan Nuri el Maliki’nin 22 Aralık 2010’da hükümeti kurması bir yıl sonrasında Ankara ve Bağdat arasında yaşanacak olan gerginliğin zeminini oluşturdu. Bu gerginliğin siyasete devşirilmesi ise ABD’nin Aralık 2011’de Irak’tan askerlerini çekmesiyle mümkün oldu ve gerginlik Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin Maliki yönetimi tarafından tutuklanmaya çalışılmasında ve daha sonra Haşimi’nin Türkiye’ye sığınmasında net bir şekilde gün yüzüne cıktı.
İlk gelişmeye, yani Ankara ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında enerji temelinde ilişkilerin başlamasının maddi zeminini oluşturan pratiğe geri dönersek daha önce de belirtildiği gibi 2009 yılı bir donum noktası olarak alınabilir. Gulf Keystone’un Şekhan’da 10 milyar varilin üzerinde bir petrol rezervi keşfettiğini açıklaması Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni dünya enerji piyasasının önemli aktörlerinden biri haline getirdi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin 2013 itibariyle dünyadaki en büyük petrol yataklarına sahip ülkeler sıralamasında onuncu sıraya yükselmiş olması, Erbil’i sadece enerji ihtiyacı bağlamında yakınlaşılan bir muhatap olmaktan çıkardı. Türkiye için Erbil bir taraftan enerjideki dışa bağımlılığı çeşitlendirebilecek bir kaynak olarak görülürken, diğer taraftan da Türkiye’yi enerji transfer merkezine dönüştürebilecek bir potansiyele sahip olması nedeniyle önem arz etmektedir. Bu iki stratejik öneminin yanı sıra Erbil Türkiye merkezli enerji firmaları için burada yatırım yaparak küresel enerji piyasasına girme noktasında da önemli bir zemin oluşturmaktadır.
Burada belirtmek gerekir ki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin enerji piyasasına bu şekilde dâhil olması Ankara ve Erbil arasındaki yakınlaşmanın başlangıcı ya da kurucu zemini olarak değerlendirilemez. Aksine söz konusu enerji kaynaklarının keşfi 2008 yılından beri yakınlaşan iki aktör arasındaki karşılıklı bağımlılığı güçlendiren ve yakınlaşmayı maddi zemine oturtan bir dinamik işlevi görmüştür denilebilir.
OYUN DEĞİŞTİREN KART: ENERJİ
2007 yılında Bağdat’ın gittikçe merkezileşen bir politika izlemeye başlaması ve İran’ın Irak üzerindeki etkisini artırması Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni Türkiye’ye yakınlaştırırken, PKK’nın şiddet eylemlerine yeniden ivme kazandırması da Ankara’yı Erbil ile yakınlaşarak PKK’nın Kandil’deki mevcudiyetini sınırlandırma yönünde motive etti. Örneğin bu tarihlerde Ankara’yı yanına çekmek isteyen Erbil yönetimi Erbil ve Süleymaniye havaalanlarının yapımı gibi büyük inşaat ihalelerini Türk şirketlere verme yoluna gitti.
Kasım 2007’de Ankara ve Washington’un PKK’ya karşı ortak istihbarat antlaşması imzalamasıyla
1 Mart tezkeresinden itibaren gergin olan Türk-Amerikan ilişkileri önemli ölçüde yumuşadı ve bu yumuşamanın sağladığı uygun zemin ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki olan Iraklı Kürtlerin Ankara ile yakınlaşmasına olanak sağladı.
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik politikalarında merkezi bir konum işgal eden Türkmenlerin 2005 seçimlerinde yüzden 1’den daha az oy alması Ankara’nın Türkmenlere dayalı politikasının sağlam bir zemini olmadığını ortaya koydu. Bu gelişmeden sonra dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Emre Taner’in başında olduğu bir grup yetkili üzerinden Iraklı Kurt yetkililerle direkt diyaloga giren Türkiye, 2007’ye gelindiğinde bu görüşmelerde önemli bir aşama kaydetti.
2007 yılı içinde cumhurbaşkanlığı secim krizi, askerin bu krize e-muhtıra ile cevap vermesi, ardından gelen erken genel secimler ekseninde yaşanan iç siyasal gerginlik ve artan PKK eylemleri Ankara ve Erbil arasında bir suredir başlayan yakınlaşmayı sekteye uğrattı. 2007 başında Kuzey Irak’taki Kurt liderlerle görüşebileceğini açıklayan Erdoğan, Temmuz ayına gelindiğinde “Bizim muhatabımız Irak’ın merkezi hükümetidir. Ben merkezi hükümetin cumhurbaşkanıyla da görüştüm, başbakanıyla da görüştüm. Bunun dışındaki bir kabile reisi ile ben görüşemem” ifadelerini kullanmıştır.
Daha sonra hükümetin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden gelen Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon taleplerine de olumlu cevap vermesi ile 2007’nin sonu ve 2008’in başında geniş ölçekli bir askeri operasyon gerçekleştirildi. Öngörülen sonuçları (PKK’nın Kandil’deki gücünü tasfiye etme) verip vermediği tartışılan23 bu operasyonun hemen ardından ise hükümet 2007’nin ilk aylarında açıkladığı Erbil ile yakınlaşma politikasına kaldığı yerden devam etti ve operasyonun bitmesinden sadece bir hafta sonra 7 Mart 2008’de Celal Talabani Ankara’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. 30 Nisan 2008’de o dönem başbakanın danışmanlığını yapan Ahmet Davutoğlu ve Irak Özel temsilcisi Murat Özcelik Erbil’e giderek Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Necirvan Barzani ile görüştü. Kısacası, 2008 yılında Ankara’nın Erbil politikası önemli ölçüde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolünden çıkınca tarihte ilk kez taraflar arası ilişkiler resmi, direkt ve kurumsal mekanizmalar üzerinden yürütülen bir boyut kazandı.
2009 yılından itibaren Kurt bölgesinin enerji piyasasına hızla dahil olmaya başlaması politik değişime önemli bir maddi zemin sağlamış ve bu zemin Ankara ile Erbil’i daha da yakınlaştırdı. Türkiye 2000’lerin ilk on yılı boyunca enerji politikasını üçayaklı bir strateji üzerine kurmuştu.
Bunun ilk ayağı Türkiye’nin artan enerji ihtiyacını en uygun fiyatla karşılamaktan oluşmaktadır.
IMF verilerine göre 2000 yılında 226 milyar dolar olan Gayrisafi Milli Hâsılası (GSMH) 2012 yılında 794 milyar dolara kadar çıkan Türkiye, gittikçe artan bir enerji ihtiyacı ile karşı karşıya kalmıştır. Örneğin 2001 yılında 16 milyar metreküp olan Türkiye’nin doğalgaz tüketimi, 2011 yılında 46,3 milyar metre küpe kadar yükselmiştir. Türkiye’nin doğalgazda yüzde 98 oranında dışarıya bağımlı olduğu göz önüne alınırsa ucuz ve güvenli bir enerji temini dış politikanın en önemli amaçlarından birine dönüşmüştür.
İkinci ayağı enerji ihtiyacının sağlandığı kaynakların çeşitlendirilmesi ve böylelikle Türkiye’nin tek bir ülkeye bağımlı olmaktan çıkarılması oluşturmaktadır. Örneğin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın yayımladığı 2008 verilerine bakıldığında Türkiye doğalgazın yüzde 65 civarında kısmını Rusya’dan satın almıştır. Azeri doğalgazının devreye girmesi ile bu oranda azalma yaşansa da, Türkiye doğalgaz konusunda Rusya’ya önemli ölçüde bağımlı bir görüntü sergilemektedir.
Üçüncü olarak da, Ankara bölgesel ve küresel etkinliğini artırma bağlamında enerji zengini
Ortadoğu ve Orta Asya ile enerji açığı bulunan gelişmiş Avrupa’yı birbirine bağlayan bir enerji aktarım merkezine dönüşme politikası izlemektedir. Ankara’nın bu üçayaklı politikası 2009 sonrası donemde önemli petrol ve doğalgaz rezervleri keşfedilen Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni Türkiye dış politikasının ilgi alanına dahil etmiştir.
Daha sonra Dışişleri Bakanlığı görevini üstelenen Davutoğlu’nun Ekim 2009’da Erbil’e yaptığı ziyaret Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilişkileri bağlamında bir donum noktası olarak değerlendirilebilir. Ziyaret sırasında Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile birlikte düzenledikleri basın toplantısında Davutoğlu Türkiye’nin Erbil icin Batı’ya acılan bir köprü, Erbil’in de Türkiye’nin Körfez bölgesine acılan kapısı olabileceğini vurguladı. Erbil’in Batı pazarına açılması bağlamında Türkiye’nin gördüğü bu kritik işlev, ziyaretin öncesinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı üzerinden petrol ihraç etmeye başlaması ile birlikte enerji bağlamında pratik bir düzleme de taşındı.
Mayıs 2009’da Taq Taq ve Tawke petrol sahalarında çıkarılan 100 bin varillik petrolün
Bağdat’ın kontrolünde olan Kerkük-Yumurtalık boru hattı üzerinden uluslararası piyasalara ulaştırılması konusunda anlaşıldı. Anlaşmaya göre, söz konusu petrol ihracından elde edilen gelirin yüzde 88’i Bağdat yönetimine giderken bu kısmın yüzde 17’si Erbil yönetimine kalıyor, toplamın yüzde 12’lik kısmı da enerji firmalarına gidiyordu. Fakat bu anlaşma sisteminde Türkiye Erbil için dolaylı bir öneme sahipti. Yani ancak Bağdat ile anlaşmış bir Erbil söz konusu olduğunda Ankara, uluslararası pazara ulaşma konusunda kritik bir “köprü” işlevi üstlenebilirdi.
2011 yılında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Erbil ziyareti ilişkilerde bir başka donum noktasını teşkil etmenin yanı sıra Kürdistan Bölgesel Yönetimi Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hawrami’nin Erdoğan ile görüşmesi Ankara’nın Erbil’e yönelik enerji ilgisinde bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilir. Bu tarihte olası bir enerji görüşmesinin Irak’ın bütünlüğü konusunda hassas olan ABD yönetimini rahatsız edebileceğini düşünen Ankara, ExxonMobil’in Ekim 2011’de Erbil ile enerji antlaşmaları imzalamasının ardından bu çekincesinden de kurtulmuştur. Dolayısıyla
2012 yılına gelindiğinde Bağdat-Erbil-Ankara üçgenindeki enerji bağlamında yaşanan gelişmeler önemli ölçüde değişmeye başladı. Bu değişim Türkiye’nin Erbil ve Batı arasında enerji bağlamında oynadığı dolaylı köprü rolünü de değiştirdi ve Türkiye’yi doğrudan bir köprü konumuna taşıyacak olan tartışmaları beraberinde getirdi. Bu çerçevede Bağdat yönetimi Erbil’in petrol şirketleri ile yaptığı antlaşmaların yasal olmadığını, özellikle Aralık 2011’de ABD’nin ülkeden çekilmesiyle birlikte daha yüksek bir sesle dile getirmeye başladı.
Diğer taraftan bölgedeki en büyük enerji şirketi olan Genel Enerji Plc başta olmak üzere diğer şirketler Kerkük-Yumurtalık boru hattı yerine Kuzey Irak ve Türkiye arasında doğrudan bir boru hattı inşa edilmesi yönünde bir adım atılması için Erbil üzerinde lobi faaliyetine girişti. Tam da böylesi bir ortamda Nisan 2012’de Bağdat yönetimi Kurt bölgesinde çalışan uluslar arası petrol operatörlerinin ihracat gelirlerinden kaynaklanan 1,5 milyar dolarlık ödemesini askıya alırken, Erbil de boru hatlarından petrol ihracatını durdurdu.
Dört aylık bir aradan sonra Ağustos ayının sonunda taraflar bir uzlaşmaya vararak petrol sevkiyatını yeniden başlatmasına rağmen, bu gelişmelerin önemli etkileri oldu. İlk olarak, gelirlerini garanti altına almak isteyen enerji şirketleri Erbil’i alternatif ihraç yolları bulma konusunda sıkıştırmaya başladı. İkincisi otonom bir yapı isteyen Erbil, boru hatları üzerinden merkezi Irak yönetimine olan bağımlılığını alternatif ihraç yolları bularak azaltmak istedi.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırlarında faaliyet gösteren enerji firmaları ile Erbil’in aynı çizgide buluşmasına Ankara’nın ucuz enerji bulma, Rusya ve İran’a enerji alanında yaşanan bağımlılığı azaltma ve bölge için enerji transfer merkezine dönüşme politikaları eklenince Türkiye alternatif bir ihraç hedefi ve güzergâhı olarak devreye girdi. Rusya ve diğer ülkelerle yapılan doğalgaz antlaşmalarının gelecek birkaç yıl içinde yenilenmesi söz konusu olduğu için Kurt doğalgazı Ankara için güçlü bir alternatif olarak ortaya cıktı. Üstelik Türkiye’nin tek başına Erbil’in ihracat talebini karşılayacak bir tüketim potansiyeli de sunması, Kürdistan Bölgesel Yönetimi içinde faaliyet gösteren doğalgaz firmalarını da, böylesi bir olasılık karşısında motive etmektedir.
Doğalgazın bu kritik konumu Ankara ve Erbil arasında Bağdat’tan bağımsız doğrudan bir boru hattının döşenmesi düşüncesinde de devreye girdi ve petrol boru hattının yanı sıra doğalgaz boru hattının da inşası gündeme geldi. Bu konuda ilk somut adım dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın 21 Mayıs 2012’de Erbil’e gerçekleştirdiği ziyaret sırasında Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında doğrudan bir boru hattının inşa edileceğinin açıklanması oldu.
Bütün bu gelişmelere rağmen Ankara Erbil ile görüşmeler dışında yapılacak antlaşmaları devlet düzeyinde gerçekleştirmek yerine bu amaçla kurulmuş firmalar üzerinden yürütmeyi tercih etti.
Bu doğrultuda daha önce Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) bağlı olan, fakat daha sonra 2013 yılında bakanlar kurulu kararı ile BOTAŞ’a bağlanan Turkish Petroleum International Company Kuzey Irak bölgesinde yürüteceği petrol ve gaz operasyonları için Fransa’nın kuzeyinde Birleşik Krallığa bağlı Jersey’de 12 Ekim 2012 tarihinde Salus Energy Company adında bir şirket kurdu. Bu şirket üzerinden Erbil yönetimi ile enerji antlaşmaları imzalandı.34 Fakat “Salus” Latincede “kurtuluş” anlamına geldiğinden ve bu isim Erbil’in otonom hareket etmesi konusunda hassas olan Bağdat yönetimi tarafından yanlış anlaşılabileceğinden şirketin adı 31 Temmuz 2013’te “Turkish Energy Company” olarak değiştirildi. Salus şirketi üzerinden yürütülen görüşmelerin sonucunda Ankara ve Erbil arasında 25 Mart 2013 tarihinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Necirvan Barzani’nin Ankara ziyareti sırasında “Türkiye tarihinde yapılan en iyi enerji anlaşmalarından biri” olarak değerlendirilen bir enerji antlaşması imzalandı.
Ankara’nın direkt olarak Erbil ile girdiği enerji ilişkisinin yanı sıra bu tarihlerde uluslar arası enerji firmalarının da enerji transferini kolaylaştıracak yeni boru hattı inşasına yönelik baskıları artmaya başladı. Örneğin, 15 Şubat 2013’te ExxonMobil’in Kuzey Irak’taki petrol sahalarında sondaj yapacağını açıklaması çıkarılan petrolün uluslararası piyasalara nasıl ulaştırılacağı sorununu beraberinde getirdi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin merkezi yönetimden bağımsız kullanabileceği bir petrol ve doğalgaz boru hattının bulunmaması Türkiye üzerinden inşa edilecek yeni bir boru hattını tartışmaya açtı.
2013 yılında, yukarıdaki gelişmelerden dolayı Erbil ve Ankara arasında görüşmeler direkt enerji nakil boru hatlarının inşası etrafında dönmeye başladı. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Türkiye arasında direkt bir enerji boru hattının inşa edilmesi ilk kez Necirvan Barzani’nin Türkiye ziyareti sırasında Mayıs 2012’de gündeme gelmişti. Bu tarihten sonra Erbil çeşitli vesilelerle boru hattı inşa planlarından bahsetse de, Ankara bu konuda sessiz kalmayı tercih etmiştir.
Söz konusu projenin ilk kez acık bir şekilde dile getirilmesi Kürdistan Bölgesel Yönetimi
Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hawrami’nin Haziran
2013’te Erbil’de gerçekleşen enerji konferansında yaptığı açıklamalar ile oldu. Hawrami, Türkiye’ye petrol taşıyacak boru hattının 2013 Eylül’ünde tamamlanacağını ve 2016’da ise Türkiye’ye gaz ihracatına başlanacağını duyurdu.
Bu tarihten sonra Bağdat yönetiminin rahatsızlığını gidermek üzere Kürdistan Bölgesel
Yönetimi liderleri çeşitli girişimlerde bulunsa da, Bağdat’ı ikna etmek kolay olmadı. Henüz Bağdat ikna edilmemişken, Ekim 2013’te Hawrami bir açıklama daha yaparak Bağdat’ta bağımsız ikinci bir alternatif petrol boru hattının Türkiye ve Kürt bölgesi arasında inşa edileceğini; günde 500.000 varillik kapasiteye sahip olan bu hat sayesinde Erbil’in günde 1 milyon varil ihraç kapasitesine ulaşma hedefini gerçekleştirebileceğini açıkladı. 2013’un son günlerinde daha da sıklaşan diplomasi trafiği bağlamında Türkiye’den Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız da Bağdat’a ziyaret gerçekleştirdi. Bağdat bütünüyle ikna edilmese de, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Petrolunun Türkiye’ye akmaya ve Ceyhan’da depolanmaya başlandığına ilişkin haberler 2013’un Aralık ayında gazetelerde yer almaya başladı.
2014 yılına girildiğinde, petrol boru hattı inşası konusundaki tartışmalar yerini Ankara, Bağdat ve Erbil arasında bu boru hattından petrol satışına izin verilip verilmeyeceği tartışmalarına bıraktı. Ocak 2014’te Irak Başbakan Yardımcısı Huseyin Şehristani’nin, “Kürt hükümeti, (Bağdat ile) anlaşmadan (Türkiye’ye) petrol satışı yapmama sözü verdi” açıklaması Irak Kürdistan Bölgesi Başbakanı Necirvan Barzani tarafından doğrulanmasa da, Türkiye’de depolanan Kürt petrolünün satışı sorunu çözülemedi. 2014 Mart ayı içinde Erbil ve Bağdat arasındaki görüşmeler kısmen sonuç verdi ve Kürt Bölgesel Yönetimi çıkardığı petrolün dörtte birini belirli bir sure boyunca “iyi niyet jesti” olarak Irak milli petrol şirketi üzerinden satma teklifinde bulundu.
Kısacası 2014 yılına gelindiğinde Kurt Petrolunun Türkiye’ye boru hatlarıyla transferi konusunda önemli bir aşama kaydedildi ve bu çalışmanın kaleme alındığı tarihlerde (Mayıs 2014) Türkiye’de depolanan petrolün dünya piyasasına satılabilmesi konusunda görüşmeler devam etmekteydi.
Mayıs ayı içinde Türkiye’deki depolarda 2,5 milyon varil petrol stoklandığı açıklansa da, Ankara ne bu petrolü iç piyasada kullanıma sokmuş ne de bunun dışarıya pazarlandığını açıkladı. Bunun en önemli nedeni Taner Yılmaz’ın şu açıklamasında net bir şekilde görülebilir: “Şu anda Tüpraş, Kuzey Irak petrolüyle alakalı herhangi bir talebinin olmadığını söyledi. Türkiye, en yüksek ham petrol tedarikini yaklaşık 6 milyon tonla Irak’tan yapıyor. Irak bizim için önemli, biz de Irak için önemliyiz”. Söz konusu ifade petrolün Türkiye’deki depolara stoklandığı böylesi bir aşamada dahi Ankara’nın Bağdat’ın ikna edildiği bir çözümde ısrarcı olduğu söylenebilir.
TÜRK FİRMALARININ ENERJİ DANSI
Irak Kürdistan’ına en erken giren enerji şirketi olan Çukurova Holding’e ait Genel Enerji42 2002’den itibaren hızla artırdığı yatırımlarıyla on yıl içinde bölgenin en aktif ve etkin şirketlerinden birine dönüşmüştür. Günde 120 bin varil üretim kapasitesine sahip olan ve 2014 itibariyle 200 bin varil kapasiteye çıkarılması hedeflenen Tak Tak petrol bölgesinde etkin olan Genel Enerji, 2011’de yüzde 50 ortaklı üzerinden eski BP yöneticisi olan Tony Hayward’ın başında olduğu İngiliz Vallares PLC ile birleşerek enerji piyasasındaki etkinliğini daha da güçlendirmiştir. Bina Bavi, Ber Bahr, Miran, Tavke ve Dohuk gibi bölgelerde de petrol ve doğalgaz yatırımlarında bulunan şirket bu bölgelerdeki paylarını da hızla artırma yönünde bir politika izlemektedir. Örneğin, Ağustos 2012’de Heritage Oil’in Kuzey Irak’ta bulunan ve doğalgaz kaynaklarını barındıran Miran sahasındaki yüzde 26’lık hissesini 156 milyon dolara satın almış ve böylelikle Miran’daki hissesini yüzde 25’ten 51’e kadar çıkarmıştır. Daha sonra başka satın almalar da gerçekleştiren Genel Enerji Miran’daki bütün hakları kendisinde toplamıştır. Yine yaklaşık 3 trilyon metreküp civarında doğalgaz rezervine sahip olduğu belirtilen Kuzey Irak bölgesinde doğalgaz yatırımlarına ağırlık veren Genel Enerji, Türkiye’nin artan doğalgaz ihtiyacı ve doğalgaz kaynaklarını çeşitlendirme politikası paralelinde Ankara’yı öncelikli muhatap olarak almıştır. Bu doğrultuda 2016 sonunda işlemesi planlanan doğalgaz enerji hatlarından ilk olarak Genel Enerji PLC’nin Miran ve Bina Bavi sahalarından gelen doğalgazın geçeceği basına yansıdı.
Genel Enerji ile aynı donemde Kurt bölgesindeki enerji piyasasına dahil olan Ankara merkezli Pet Holding Şirketler Grubu bünyesinde faaliyet gösteren Petoil, ilk kez 2006 yılında Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde petrol çıkarmaya başladıklarını duyurmuştu. Ağırlıklı olarak Şakal sahasında faaliyetlerini sürdüren Petoil, yine kendisine ait olan A&T Petrol Limited Şirketi üzerinden bir sure Bina Bavi sahasında da faaliyetlerde bulundu; fakat 2012 yılında burayı Genel Enerji’ye devretti. Genel Enerji ile ortak girişimlerde bulunan Petoil yüzde 20 ortaklığının bulunduğu Chia Surkh bölgesinde (yüzde 60 Genel Enerji’ye ait) 2013 yılında zengin petrol yataklarıbulunduğunu açıkladı. Bu özel şirketlerinyanı sıra Ekim 2012’de Salus Energy Company adıyla kurulan ve daha sonra Temmuz 2013’te Turkish Energy Company adını alan devlete aitenerji şirketi de Kürdistan doğalgaz ve petrolündeciddi bir aktör olarak devreye girdi.
Kurdistan Bolgesel Yonetimi kontrolundeki enerji piyasasına en son dahil olan Turkiye kokenli şirket ise Siyahkalem oldu. Enerji Piyasası Duzenleme Kurulu 12 Eylul 2013’te Siyahkalem Doğalgaz İthalat İhracat ve Ticaret A.Ş.’nin başvurusunu kabul ederek, Kuzey Irak’tan 26 yıllığına gaz ithalatı yapması için yetki vermesiyle gündeme gelen firma uzun bir sure Irak merkezi yonetiminden alım-satım sözleşmesi alamadığı için bekletiliyordu. Bu sözleşmeyi almamasına rağmen, Siyahkalem firmasına 2014 yılı için 0,7 milyar m3, 2015 için 1,5 milyar m3, 2016 için 2,5 milyar m3 ve 2017-2033 yılları için 3 milyar m3 doğalgaz ithalatı izni verilmesi söz konusu firmayı enerji piyasasının en güçlü aktörlerinden birisi haline getirdi. Siyahkalem’in Ankara ve Erbil arasındaki enerji ilişkilerinde Türkiye ayağını üstlenmesi Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren Turkish Energy Company’nin Kurdistan doğalgazını Türkiye’ye getirme konusunda önemli bir aşama kaydettiğini de ortaya koydu. Mart 2013’te Erbil ve Ankara arasında yapılan anlaşmayla Turkish Energy Company’nin Kuzey Irak’taki 13 farklı enerji sahasında petrol ve doğalgaz çıkarma izni almış olması ve çıkarılan enerjinin Türkiye’ye ulaştırılması ayağının hayata geçirilmesi Ankara’nın Kuzey Irak enerji piyasasındaki pozisyonunu önemli ölçüde güçlendirdi.
Kurt petrolü ekseninde gündeme gelen bir başka Türkiye kökenli firma ise Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Türkiye üzerinden tankerle petrol ihracatına aracılık eden Powertrans’tır. 2012’den itibaren Kurt petrolünü Türkiye üzerinden dünya piyasasına ulaştıran bu şirket ilk aşamada petrolün büyük bir kısmını İtalya’nın Trieste kentine ve oradan da Fransa, Almanya, Hollanda ve
Latin Amerika’ya transfer etmekteydi. Ekim 2012’de Trafigura ve Vitol gibi iki büyük petrol şirketinin Bölgesel Kürt Yönetimi ile yaptığı anlaşma kapsamında (Bağdat bu iki şirkete petrol ihracatı bağlamında önemli ölçüde bağımlı olduğu için bir nevi bypass edilmişti) taşıma işini üstlenen Powertrans’ın bu nedenle Kürt bölgesinde direkt bir insiyatif aldığını söylemek zordur.
PETROL PARASI VE HALKBANK
Ankara ve Erbil arasında yürütülen enerji transferi konusundaki görüşmelerde en dikkat çekici olan ayrıntılardan biri de Türkiye üzerinden ihrac edilen petrol gelirinin nereye yatırılacağı konusuydu.
Buna göre, petrol bedeli Halkbank’a yatacak ve dekontlar düzenli olarak Bağdat ve
Erbil’e gönderilecekti. Dolayısıyla, Irak Anayasası’nda öngörülen Irak petrol gelirinin yüzde 83’unun merkezi yönetime yüzde 17’sinin de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne aktarılması Halkbank üzerinden sağlanacaktı.
Halkbank daha once de İran’a yonelik ABD tarafından konulan ambargonun delinmesinde kurum olarak merkezi bir işlev görmüştü ve aynı zamanda Hindistan’ın İran ile yaptığı petrol ticaretinde aracı kurum olarak da devreye girmişti. Örneğin 2011 yılı içinde Hindistan 1,4 milyar dolarlık ödemeyi İran’a Halkbank üzerinden yaptığını açıklamıştı.
Bu ve benzeri adımlar ABD’nin Halkbank’a acık bir tavır almasına neden olmuş ve Wikileaks ile ortaya çıkan bir belgeye göre, ABD Hazine Bakanlığı Musteşarı David Cohen Ekim 2009’da
Halkbank yetkilileri ile görüşerek İran’a yönelik ambargonun delinmemesi konusunda uyarılarda bulundu. Daha sonra çeşitli vesilelerle ABD tarafından uyarılan Halkbank bu politikasını değiştirmeyince bu uyarılar politik bir karşılık bulmaya başladı. Örneğin Nisan 2013’te
ABD’de 47 vekilin desteğiyle “İran’ın uluslar arası yaptırımları aşmak için beş yurtdışı ofisi ve Tahran’da da bir temsilciliği olan Halkbank’a yatırdığı mevduat üzerinden altını kullandığı yönündeki endişe” acık bir şekilde dile getirildi.
Petrol gelirinin Halkbank’a yatırılması konusuna ilk ciddi itiraz Bağdat’tan geldi ve Bağdat Yönetimi Kürdistan petrollerinden elde edilecek tüm gelirin Kuveyt’e ödenen tazminat gerekçe gösterilerek New York’taki bir bankaya yatırılması gerektiğini dile getirdi. 17 Aralık 2013’te Halkbank Müdürü’nün rüşvet suçlaması ile gözaltına alınması bu tartışmalara yeni bir boyut ekledi ve Erbil bu durumda 2003 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ABD’nin New York kentindeki JP Morgan Bankası’nda acılan Irak Kalkındırma Fonu hesabına yatırılma seçeneği üzerinde yoğunlaştı. 25 Aralık’ta Kürt Yönetimi Başbakanı Necirvan Barzani ile Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin Bağdat’ta yaptığı görüşmede petrol sevkiyatı konusunda anlaşma sağlandığının bildirilmesinden kısa bir sure sonra petrol gelirlerinin JP Morgan Bankası’na yatırılacağı basına yansıdı. Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız bir açıklama yaparak Halkbank’ın “içinden geçtiği durumun sureci etkilemeyeceğini” belirtse de, Ankara ve Erbil arasında yapılan görüşmelerin en önemli ayağından birisi olan yıllık 26 milyar dolarlık para akışının Türkiye üzerinden gerçekleşme olasılığı ciddi ölçüde zarar gördü.
Bu gelişmeye rağmen Erbil yönetimi “Bağdat kontrolündeki hesaba paranın gitmesi” konusunda isteksiz olduğunu dile getirmeye devam etti. Hatta konuya ilişkin basında çıkan haberlerde Erbil ve Bağdat’ın Türkiye üzerinden Kürt petrolünün transferi konusunda önemli ölçüde anlaştıkları, fakat anlaşmanın önündeki temel sorunun “gelirin yatacağı banka ve ticareti yapacak petrol şirketi” konusu olduğu belirtildi. Ankara ve Erbil petrol gelirinin Halkbank’a yatırılıp buradan taraflara dağıtılması konusunda anlaşırken, Bağdat yönetimi ise gelirin ABD’de bir fonda toplanıp dağıtılması konusunda ısrarlarına devam etti. Bu tartışmalar devam ederken 90 milyon dolarlık bir gelirin Halkbank’a yatırıldığına ilişkin haberler basına yansısa da, Taner Yıldız bu iddiaların doğru olmadığını, Erbil ve Bağdat arasında gelirin yatırılacağı banka konusunda görüşmelerin devam ettiğini belirtti. Dolayısıyla
Ankara tarafı gelirin Halkbank’ta tutulması konusunda ısrarcı olmasına ve bu noktada Erbil’i de ikna etmesine rağmen, bu çalışmanın yazıldığı tarihlerde henüz bu konuda somut bir adım atılmış değildir.
ABD VE DİĞER GÜÇLER
2003 Irak işgali sırasında ABD’ye en önemli desteği veren bölgedeki Kürt gruplar işgal sonrası Washington’un en önemli müttefiki haline gelmiş ve ABD’nin, Saddam sonrası Irak’ı yeniden yapılandırma politikasında oncu bir rol üstlenmişlerdi. Fakat bu gelişme ABD’nin bir taraftan Irak’ın bütünlüğünü sağlama diğer taraftan da bölgedeki müttefiki olan Türkiye’yi rahatsız etmeme temelindeki iki ayaklı politikasını tehlikeye atmıştı.
Bu çelişki gibi görünen durumdan bir çıkış stratejisi olarak Washington, 2007’den itibaren Ankara ve Erbil arasında yakınlaşmayı teşvik ederek69 hem Türkiye’yi rahatsız eden durumu tersine çevirmeyi hem de Irak’ın bütünlüğü konusunda ısrarcı olan Ankara’yı Irak siyasetinin merkezine çekmek yoluyla olası bir bölünmeyi engellemeye çalıştı. Fakat bu politika Ankara ve Bağdat arasındaki ilişkilerin olumlu bir düzlemde ilerlemesine bağımlı olan bir stratejiydi. 2010’dan itibaren Ankara ve Bağdat ilişkilerinin gerginleşmeye başlaması ve bunun karşılığında Ankara’nın Erbil ile yakın bir işbirliği politikası izlemeye başlaması Washington’u politika değişikliğine zorladı. Ankara’yı Erbil ile yakın bir politika izleme konusunda destekleyen Washington yönetimi, bu kez söz konusu ilişkinin geldiği boyuttan rahatsız olmaya başladı ve Bağdat’ın denkleme katılması yönünde bir politika izlemeye yöneldi.
Ankara ve Erbil arasında enerji temelinde yaşanan yakınlaşma surecine ABD’nin bakışını belirleyen temel dinamiklerin başında, bu yakınlaşmanın Erbil ve Bağdat arasındaki ilişkileri nasıl etkileyeceği sorusu gelmektedir. Üstelik Erbil ve Ankara arasında enerjinin transferi konusunda bir anlaşma sağlanması, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ABD’ye olan bağımlılığını en azından ekonomik düzlemde önemli ölçüde azaltma potansiyeli de içermektedir. Amerikalı karar vericilere
göre, Ankara ve Erbil arasındaki yakınlaşma Irak’ın parçalanmasına kadar gidebilecek bir sureci tetikleme potansiyeline sahip olduğu için Irak’ın bütünlüğü aleyhine olan bu sarmalın durdurulması Türkiye’nin enerji konusunda politikasını gözden geçirmesine bağlıdır.70 İlk olarak Aralık 2012’de, Ankara enerji antlaşmaları temelinde Erbil ile yakınlaşmaya başlayınca, Washington bu yakınlaşmanın Irak’ı dağılmaya götürecek ve aynı zamanda Bağdat’ı İran’la yakınlaşmaya itecek riskli bir adım olduğu fikrinden hareketle Türkiye’yi eleştirmiştir.
Washington’dan gelen bu bağlamdaki eleştiriler üzerine Türkiye ExxonMobile gibi ABD’li enerji firmalarının Erbil ile yaptığı anlaşmaları öne sürerek benzer antlaşmaları yapmanın bir problem olmadığını ileri surdu. Örneğin Erdoğan Nisan 2013’te yaptığı bir açıklamada Washington’un
Ankara ve Erbil arasındaki ilişkilere karışmamasını istedi ve bu ilişkilerin tıpkı diğer ülkelerin Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile olan ilişkilerinden farklı olmadığını belirtti. 2014’e gelindiğinde ise ABD’nin bu tutumunu kararlı bir şekilde sürdürmediği söylenebilir. Nitekim Reuters Haber Ajansı ABD ve İsrail’in Powertrans’ın tankerlerle Mersin ve Dörtyol limanlarına transfer ettiği Kürt petrolünü satın almaya başladıkları konusunda bir haber geçti. Buna göre, Bağdat’tan bağımsız Kürt petrolünün satışına karşı çıkan ve Ankara’yı bu temelde eleştiren ABD söz konusu petrolün müşterisi oldu.
Avrupa için ise Rus doğalgazına olan bağımlılığını azaltma politikası bağlamında Kürt doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa pazarına ulaştırılması önem arz ediyor. Rusya’ya bağımlılığın azaltılması noktasında devreye sokulan en önemli proje olan Nabucco, Hazar gazının sürdürülebilir miktarda olmaması, TANAP (Trans Anadolu Doğalgaz Hattı) gibi Türkiye’nin ortaya attığı alternatif projeler ve projeyi yürütecek şirketlerin zamanla projeden soğumaları gibi nedenlerle uzun bir sure askıya alındı. Kürt doğalgazının Nabucco’nun hayata geçmesini engelleyen ilk nedeni ortadan kaldıracağı ve projeye sürdürülebilir miktarda doğalgaz sağlanmasına imkan vereceği söylenebilir. Öte yandan, Rusya petrolünün yüzde 80’i başta Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa ülkelerine giderken, doğalgazın yüzde 76’sı da yine Avrupa ülkelerine ihraç edilmektedir.
Avrupa’nın Rus enerji kaynaklarına yönelik bu yüksek orandaki bağımlılığı 2014’un başında patlak veren Ukrayna/Kırım krizinde bir kez daha gündeme geldi. Avrupa’nın Rusya enerjisine önemli ölçüde bağımlı olmasının, Batı’nın Ukrayna müdahalesine tepki olarak Moskova’ya yönelik olası ekonomik yaptırımları önündeki en önemli engel olduğu göz önüne alındığında, Avrupa için alternatif enerji kaynakları ciddi bir alternatif olarak yeniden tartışılmaya başlandı.
ABD ve Rusya arasında Soğuk Savaştan sonra en ciddi gerilimlerden biri Ukrayna ekseninde yaşanırken, Rusya’nın en büyük enerji şirketlerinden biri OAO Rosneft (ROSN), ExxonMobil ile Kuzey Irak’taki enerji sahasına yönelik lisans alabilmek için Mart 2014’ten itibaren görüşmelere başladı. Bu da, bir taraftan Batı’nın Rusya enerji sektörüne olası bir yaptırıma gitmesinin zorluğunu gösterirken diğer taraftan da Rusya’nın enerji piyasasındaki etkinliğine alternatif olabilecek alanlarda da rekabet gücünü artırma politikası izlediğini ortaya koymaktadır. Üstelik dünyanın en geniş kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin Rusya’da bulunduğu (44,4 trilyon m3) ve Avrupa’nın da enerji açığını kısa ve orta vadede çözme imkanı olmadığı göz önüne alınırsa Kürt doğalgaz ve petrolünün Rusya’yı ikame edebilecek bir alternatif gibi durmadığı söylenebilir. Bu nedenle Rusya’yı Avrupa enerji piyasasında dengelemenin “en makul” yolu, dünyanın en geniş ikinci doğalgaz rezervine sahip İran’ı (33,1 trilyon m3) Avrupa enerji pazarına entegre etmek gibi durmaktadır. Dolayısıyla 2013 yılından itibaren Batı’nın Tahran yönetimi ile nükleer müzakerelerde bir orta yolda buluşmaya başlaması bu politika değişikliğinin bir işareti olarak okunabilir.