Batı Medyasının Türkiye Algısı
Örnek Olaylar Üzerinden Bir Değerlendirme
Soğuk Savaş’ın dış politikaya yüklediği ataleti ortadan kaldırma adına uygulanan “ritmik diplomasi”, Türkiye’yi bölgesinde önemli bir aktör konumuna getirme adına ciddi bir sistem değişikliğine tekabül etmektedir. Dış politikada sözü edilen değişikliklerin gerçekleşmesi, küresel güç odaklarının da dikkatinden kaçmamış, söz konusu odaklar kendi politik çıkarlarına uygun bir pozisyon almışlardır.
Türkiye’nin dış politika vizyonunu tasnif etmekte kullanılan gerek akademik gerek politik gerekse de medyatik kavramsallaştırma çabalarının ideolojik olmakla malul olduğunu söylemek gerekmektedir. 2009 yılında toplanan Davos zirvesi sonrasında, Türkiye’nin dış politikasına yönelik eleştirilerin merkezinde yer alan “eksen kayması” tartışmaları, bu ideolojik maluliyetin bir örneği olmasının yanı sıra uzun soluklu bir mücadelenin de karakteristiğini oluşturmaktadır. Eksen kayması eleştirilerinin temelini teşkil eden tez, Türkiye’nin İsrail ve ABD gibi küresel/geleneksel müttefiklerinin tepkisine neden olacak proaktif ve bağımsız bir dış politika sonucunda yalnızlaştığıdır. Daha sonra Haziran 2010’daki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım kararını hedefleyen oylamada, Türkiye’nin “hayır” oyu kullanması, eksen kayması tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır. Türkiye’nin ambargodan ziyade diplomatik kanalları devreye sokma talebi, kendisine küresel zeminde eksen kayması tartışmaları ile karşılık bulmuştur. Özellikle ABD ve İngiltere basınının 2009 sonrası olaylara ilişkin yaptığı analizlerin bu minvalde olması, benzer ideolojik eğilimlerin küresel işaretleridir. Wall Street Journal’da yer alan bir haberde, Erdoğan’ın, İsrail’i Ortadoğu barışı için birincil tehlike olarak göstermesi, Türkiye’nin Soğuk Savaş müttefiklerinden ayrıldığı ve İran gibi Ortadoğu ülkeleriyle müttefik olduğu şeklinde yorumlanmıştır. “Brüksel merkezli düşünce kuruluşlarının yanı sıra, Ortadoğu uzmanları da Türkiye’nin doğru olmayan bir biçimde Batılı müttefiklerinin güvenini kaybettiğini düşünmektedir” ifadelerine yer veren haber, bir yandan Türkiye’nin sözü edilen müttefiklerle ilişkisini en makul ittifak biçimi olarak göstermekte diğer yandan da Soğuk Savaş modelinin tekrar benimsenmesini telkin etmektedir. Türkiye’nin gerçek müttefikinin Batı dünyası olduğu ve ümmetçi bir politika izlediği gerekçesiyle bölgesinde yalnızlaştığını iddia eden seküler-milliyetçi eleştiriler, Türkiye’ye pasif bir rol biçen geleneksel dış politikanın tekrar benimsenmesi görüşündedirler. Eksen kayması çerçevesinde yapıla gelen yüzeysel dış politika eleştirilerinin iyi niyetten uzak olduğuna işaret eden Ahmet Davutoğlu, “Türkiye ne zaman çevresinde aktif olduysa, buradaki etki gücü arttıysa bu tür tartışmalar özellikle başlatılmıştır” diyerek, söz konusu eleştirilerin mahiyetine de dikkat çekmiştir.
Benzer çabaların Türkiye medyasının önemli sermaye gruplarının güdümünde olan kısmında da gösterilmesi ise meselenin bir diğer yönüdür. Türkiye’nin küresel düzen ile uyumlu birlikteliğini esas alan bu medya organları, Batı tarzı bir modernleşme pratiğinin Türkiye sosyo-politik hayatının hemen her alanında idealize edilmesi yolunda önemli bir stratejik araç olmuşlardır. Bu ideal hayatın aksine olabilecek her girişim, medyada mahkûm edilmeye çalışılmıştır.
Eksen kayması tartışmalarından sonra siyasal olarak kurgulanan ve tedavüle sokulan bir diğer söylem de otoriterlik söylemidir. Küresel sermaye ile bağlantılı olan ve bilgi üretim sürecinde doğrudan özne olan medya ve türevlerinin, algı üretimine yönelik bir zemin olarak işlevselleştirilmeleri, sözü edilen bilgilerin sıhhatine ilişkin kaygıları da arttırmaktadır. İç politika ile paralel ilerleyen dış politika analizleri, benzer tartışma ve suçlamaları da kritik eşiklerde gündeme getirmektedir. 2013 yılında Taksim Gezi Parkı eylemlerini uluslararası medyanın yoğun bir ilgiyle izleyicilerine aktarırken kullandığı söylem, tarafsız habercilik anlayışından oldukça uzaktır. New York Times’ın Gezi eylemlerine ilişkin yaptığı bir haberde, protestocuların barışçıl olmalarına rağmen polisin şiddetine maruz kaldıkları ifade edilmektedir. “Taksim Meydanı’nda masum göstericilerin üzerine gaz ve su sıkan polisler Taksim’i savaş alanına çevirdiler” cümlesi sadece polisin müdahalesine odaklanmış ve göstericilerin uyguladığı şiddeti görmezden gelmiştir. Aynı haberin içerisinde “halkın artan hayal kırıklığı ve Erdoğan’ın anayasayı değiştirmek suretiyle güçlü bir başkanlık sistemi planladığı” iddiası, Gezi eylemlerinin meşruiyetini üretme çabası olarak yorumlanmalıdır. Söz konusu haber, Taksim Meydanı ve ara sokaklarda polise yönelik şiddet içerikli eylemleri (özellikle protestocuların bir kısmının molotof kokteyli atması ve Başbakanlık Dolmabahçe ofisini basma girişimi) görmezden gelmiş, konuyu Türkiye’de otoriter bir yönetim olduğu noktasına getirmiştir. Taksim Meydanı’nı savaş alanına benzetmek suretiyle Mısır’daki Tahrir Meydanı’yla mukayese etme çabaları ve söylemleri, bahsi geçen tarafsızlık habercilik anlayışının ideolojik bir angajmanla ihlal edildiğinin somut bir örneğidir. Benzer bir ideolojik söylemin varlığına CNN ekranlarında da tanık olunmuştur. CNN’in Taksim Gezi Parkı eylemlerinde ara vermeksizin dokuz saat yayın yapması, haberleri aktarırken oldukça seçici ve manipülatif davranması, medyanın habercilik dışındaki ideolojik amaçlarına ışık tutmaktadır.
Türkiye’nin dış basındaki temsili, evrensel etiğin bir gereği olarak kabul edilen tarafsızlık ilkesiyle birlikte düşünüldüğünde oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Batı basını, söz konusu müttefikleri veya kendi ülkelerindeki olaylar olduğunda iç dinamikleri ve ulusal siyasi çıkarları öne çıkartırken mevzu Türkiye olduğunda “basın özgürlüğü” ve tarafsızlık ilkesini politik bir yönelimle retorik olarak kullanmaktadır. Nitekim Türkiye’nin CNN ve Avrupa basınında sunuluş biçiminin histerik bir karaktere sahip olduğuna değinen İbrahim Kalın, söz konusu medya organlarının benzer duyarlılığı konu kendi ülkelerindeki protestolar olduğunda sergilemekten uzak olduklarına değinmektedir. Örneğin silahsız bir siyahi gencin polis tarafından öldürüldüğü Missouri eyaletinin Ferguson kasabasındaki gösteriler ve polisin orantısız güç kullanımı, CNN’nin projektörlerinde hak ettiği ilgiyi görememiştir.
Söz konusu tartışma ve suçlamalar, kritik zaman dilimlerinde farklı formlarda karşımıza çıkmaya devam etmiştir. Nitekim 2014 yılının Mart ayında yapılan yerel seçimlerin Batı medyasında olağanüstü bir ilgiye konu olması, bu sürekliliğin belirgin örneklerindendir. Seçimler öncesinde küresel medyayla koşut olarak iç siyasette “otoriterlik” tartışmalarının başlaması, AK Parti’nin yüzde 30’un altına düşeceği öngörüleri, medyada işlenen ana konular olmuştur. Erdoğan’ın “seçilmiş diktatör” olduğuna yönelik asılsız eleştiriler, Türkiye’deki demokratik teamüllerin meşruiyetine gölge düşürmeye yönelik bir girişim olarak algılanmalıdır. Gezi Parkı eylemlerini Arap Baharı ile ilişkilendirmek suretiyle, Türkiye’deki seçilmiş hükümeti otoriter yönetimler arasına sokma çabası ise ideolojik bir yönelimin pratik sonuçları olarak karşımızda durmaktadır. 2014 seçimlerinden önce Haziran 2013’te The Economist’in Erdoğan’ı kapağına taşıması ve onu bir Osmanlı padişahı olarak resmetmesi, otoriterlik ekseninde şekillenen tartışmaların görsel kültürdeki tezahürleridir.
“Democrat or Sultan” (Demokrat ya da Sultan) başlığıyla Erdoğan’ı kapağına taşıyan The Economist, Erdoğan’ı bir yandan elinde tespih ile resmederek oryantalist simgelere gönderme yapmakta, diğer yandan da gaz maskesi ile göstererek otoriterlik izlenimi yaratmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan neo-oryantalizmin medyatik temsiller düzeyindeki yansımaları, konu Türkiye olduğunda devreye giren birer enstrüman niteliğindedir. Kronolojik olarak incelediğimizde Batı medyasının konu Türkiye olduğunda geliştirdiği haber dilinin, Osmanlı ve İslam dünyasına yönelik oryantalist ve İslamofobik söylemlerden türetildiği görülecektir. 30 Mart’a ilişkin öngörülerin beklenilenin aksine sonuçlanması, içselleştirilemeyen ve kabul edilemeyen bir karşıtlığın daha fazla görünür olmasına neden olmuştur. Seçimlerin hemen ardından The Economist’in yaptığı bir haber Erdoğan’ın bütün suçlamalara ve eleştirilere rağmen kazandığını söyleyerek seçimlerin meşruiyetine dair bir şüphe oluşturmaya çalışmıştır. AK Parti’nin neden seçimlerde başarılı olduğuna cevap arayan haber “AKP ekonomiyi istikrarlı halde tutmuş ve yasal yönetimini sürdürmüştür. AKP’liler çalıyor fakat çalışıyorlar da” ifadesinin seçmenin genel kanısı olduğunu iddia etmiştir. Başarıyı kendince gerekçelendiren haber, marjinal bir söylemi genel bir kanı olarak takdim etmek suretiyle, seçimin sonucundan ziyade manipülasyona yönelik bir haber dili geliştirmiştir.
2014’ün Ağustos ayında gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, Türkiye’nin yeni bir otoriterlik tartışmasına tanık olması, türetilen bu söylemlerin bir değişime uğramadan devam ettirilmesinin açık bir örneğidir. Bunun en somut örneğini Der Spiegel’in 4 Ağustos tarihli sayısında görmek mümkündür.
Der Spiegel’in tarihinde ilk kez Türkçe kapakla ve 10 sayfası Türkçe yayınlanan ekle okurlarının karşısına çıkmasının nedeni, konjonktürel şartlar dikkate alındığında daha iyi anlaşılacaktır. Der Spiegel 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde doğrudan manipülasyon yaparak, Erdoğan’ı dünya kamuoyunda mahkûm etmeye çalışmıştır. Gezi sürecinde Türkiye karşıtı haberlere imza atan ve eylemcilerin gösterilere devam etmesini telkin eden Der Spiegel söz konusu sayısında Erdoğan’ı padişah olmakla itham etmiştir. Erdoğan’ın köşke çıkması durumunda, Türkiye’nin “Erdoğan devleti” olacağını iddia eden dergi, doğrudan cumhurbaşkanlığı seçimlerini etkileme çabası içinde olmuştur. “Türkiye Başbakanı Erdoğan demokratik reformlarla yola çıktı, ancak eski dönemin seçkinleriyle ve Gezi Parkı direnişçileriyle mücadelesinde hükümdara dönüştü” diyen Der Spiegel, Erdoğan’ın bir hükümdar olduğu iddiasından hareketle Türkiye’nin demokrasiden uzaklaştığını iddia etmiştir.
Sözü edilen algı operasyonları sadece medya aygıtları ile sınırlı kalmamış, çeşitli kurumların sunduğu istatistikler ve yaptıkları açıklamalarla da sistematik olarak sürdürülmüştür. Gerek Washington merkezli Freedom House’un Türkiye’yi basının özgür olmadığı ülkeler arasında kategorize etmesi, gerekse de Avrupa Parlamentosu Sosyalist grup lideri Hannes Swoboda’nın Erdoğan’ı hukuki düzenlemeleri kendi istekleri doğrultusunda yaptığı gerekçesiyle otoriter olmakla itham etmesi bu söylem ve tartışmaların küresel boyuttaki tezahürleridir.
Sözü edilen küresel kuruluşlar Türkiye’nin demokrasi dışı yönetimlerle özdeşleştirilmesi adına ciddi bir dezenformasyon mecrası haline gelmişlerdir. Söz gelimi Freedom House raporunda Türkiye’nin Suudi Arabistan ve Kuzey Kore gibi ülkelerle aynı kategoride değerlendirilmesi, Türkiye’deki demokratikleşme mücadelesinin çok boyutluluğunu anlamaktan uzaktır. İç dinamiklerin yeterince dikkate alınmadığı ve ön kabullerin oldukça etkili olduğu bu raporlar, Türkiye’nin reel durumunu anlamaktan oldukça uzaktırlar. Benzer tartışma ve suçlamaları getirenlerin açıklayamadıkları unsur, AK Parti’nin oylarını devamlı arttırmasıdır. Ya da 12 yıllık bir iktidar süresince otoriterleşme suçlamalarına rağmen, AK Parti’nin neden Türkiye’nin demokratikleşme ve reform ihtiyaçlarını daimi olarak gündeminde tuttuğudur. Bu tür iddiaların ve eleştirilerin gözden kaçırdıkları ya da görmek istemedikleri temel mesele, Türkiye’deki demokratik çıtayı yükseltme adına askeri vesayeti ortadan kaldıran ve önemli reformlara imza atan; bunun yanında Kürt meselesinde de çözüm yolunda önemli bir ivme kaydederek barış sürecini devam ettiren bir siyasi iradenin kitleler tarafından desteklendiğidir.
Türkiye’nin otoriterlik söylemiyle mahkûm edilmeye çalışılmasının arkasındaki nedenin dış politik gelişmeler olduğuna işaret eden Burhanettin Duran, gündemi sıkça meşgul eden IŞİD tartışmalarına ilişkin de analitik bir çerçeve sunmaktadır. Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler arasında gösterilmek suretiyle sözü edilen aktif dış politikasını etkisizleştirme çabası, bu tür bir analitik perspektifle bakıldığında daha net anlaşılacaktır. Irak ve Suriye’deki iç gelişmelerin IŞİD gibi bir küresel sorunu ortaya çıkartması, bölgede aktif bir konumda olan Türkiye’yi de etkilemiştir. Son olarak New York Times’ın IŞİD militanlarının hangi bölgelerden devşirildiğine ilişkin yaptığı bir haberde kullandığı içeriğin ve dilin ve ayrıca bu içeriği tamamlamak üzere koyduğu fotoğrafın algı üretme adına politik bir hedefi gerçekleştirmeye yönelik olduğu açıktır.
“ISIS Draws a Steady Stream of Recruits From Turkey” (IŞİD Türkiye’den istikrarlı bir biçimde militan devşiriyor) başlıklı haberde Ankara Hacı Bayram Mahallesi’nden IŞİD’e yoğun ve sürekli bir katılım olduğu vurgulanmaktadır. Bu haberin görselinde ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Başbakan Davutoğlu’nun Hacı Bayram-ı Veli Camii’nden çıkışları yer almaktadır. Bu temsil, resimde yer alan Türkiye Cumhuriyeti yetkililerini de açıktan itham etmektedir. Tartışmalar sonucunda New York Times Genel Yayın Yönetmeni Dean Baquet konuya ilişkin bir açıklama yapmıştır. Yapılan açıklamada haberde verilen görselin kaldırıldığı ve haberin Erdoğan’ın IŞİD için savaşanlara destek verdiği gibi bir iddiayı desteklemesinin söz konusu olmadığı söylenmiştir. Baquet, “Ne bu yazı ne de fotoğraf Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın IŞİD’e destek verdiği ve terörist geçişine göz yumduğunu ima etmemektedir” diyerek sorumluluğunu ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Fakat bu görselin ima ettiği terör ve İslami sembollerin birlikteliği, nihayetinde bir imaj üretme adına işlevini yerine getirmiştir. Her ne kadar görsel kaldırıldı ise de İslam, cami ve namaz gibi dini sembollerin, içeriğini terör örgütünün oluşturduğu bir habere konu olması, oldukça İslamofobik bir temsil olarak zihinlerdeki yerini koruyacaktır.
Bu tür yayın organlarının haber üretim süreçlerinde yararlandıkları yerel kaynakların (local informant) taraflı ve önyargılı tutumları tartışmanın diğer bir boyutunu teşkil etmektedir. New York Times’da yayınlanan habere imza atan kişinin gazetenin Türkiye temsilcisi olması ve Türkiye’yi bir yabancıdan daha iyi tanıyor olması ilginç bir vaka olarak karşımızda durmaktadır. Meselelere içeriden bakan birinin sansasyon üretme adına bu tür bir habere imza atması, yabancı yayın organlarının yerel kaynakları konusundaki şüpheleri daha da arttırmaktadır. İçeriği birtakım kaygılarla üretilen bu haberler, Türkiye’yi dünyaya reel ve olgusal olandan hareketle değil de zihinlerdeki kalıp imgelerle sunma çabasının ürünüdür. Türkiye’de politik olarak muhalif olan medya organlarının da söz konusu haber içeriklerini verili doğrular kabul etmesi, bu haberlerin doğrudan ithalini beraberinde getirmektedir. Son dönemde özellikle IŞİD’e ilişkin tartışmaların ve haberlerin tercümeler üzerinden yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda, bu haberlere ilişkin yorumların da başka başkentlerde üretilen perspektiflerin yansımaları olması kaçınılmaz olacaktır. Bu perspektiften üretilen haber içerikleri, doğrudan IŞİD’i ortaya çıkartan nedenlere yoğunlaşmak yerine algının merkezine Türkiye’yi koymaktadır. Türkiye’nin IŞİD’le bağlantılı olduğuna ilişkin bir algıyı yerleştirmeye çalışan haber içerikleri, manipülatif motivasyonlarla terörün nedenlerine odaklanmayarak, ekseriyette olduğu gibi meselenin özünü bir kenara bırakmayı tercih etmektedirler. Bu tür haberlerin ürettiği medyatik temsil sorunu “sansasyonel” ve “ideolojik olma” gibi kavramlarla ele alınarak analiz edilmelidir. Bu kavramsallaştırmaların konu IŞİD ve ona dair haberler olduğunda da işlevsel olduğu açıktır. Zira IŞİD ile ilgili haberlerin kahir ekseriyeti ya tercümeler üzerinden oluşturulmakta ya da kaynağı belli olmayan içerik üreticileri tarafından yapılmaktadır.
Hürriyet Daily News tarafından yapılan IŞİD haberleri de benzer bir eleştirellikle ele alınmalıdır. “IŞİD’i Aramak: Cihatçılar Türkler arasında nasıl çalışıyor” başlıklı haber, kullandığı görseller ve haber diliyle ciddi bir istismar ve manipülasyon içermektedir. Söz konusu habere, IŞİD’in Türkiye’den militan sağladığı çeşitli illerde yapılan görüşmeler konu edilmiştir. Haberde İstanbul, Avrupa’nın en büyük kenti ve IŞİD militanları için de bir “ev” olarak tanıtılmıştır. Benzer biçimde İstanbul’a sınır olan Kocaeli ilinin Dilovası ilçesi de IŞİD militanlarının devşirildiği bir yer olarak gösterilmiştir. Haberde, IŞİD’e katılımın 7-10 kişi arasında olduğu söylenmiştir. Gazetecinin katılıma ilişkin bilgi kaynağının bölgede yer alan bir “kahveci” olması ise dikkat çekicidir. Sansasyonel habercilik adına başarı gibi duran bu haber, bilginin kaynağını sorgulamanın elzem olduğu bir dönemde, bu tür bir hassasiyeti gözetmekten oldukça uzaktır. New York Times’ın görselinde oluşturulan imaj, söz konusu habere de iliştirilmiş ve bu yönde bir algı operasyonu yapılmaya çalışılmıştır. Ankara’ya ilişkin ise şunlar söylenmektedir: “New York Times, geçen hafta Ankara’nın Hacı Bayram semtinden IŞİD’e yüz kişi katıldığının haberini yaptı”. Haber kaynaklarının enformasyon üretimindeki yerini dikkate aldığımızda böyle bir referansa ihtiyaç duyulması, oldukça sorunlu bir mutabakat zeminine işaret etmektedir. Hürriyet Daily News’in, New York Times ve Newsweek ile aynı konu üzerinde benzer bir söylemi paylaşmaları, sözünü etiğimiz sansasyonelliğin yaygınlığına ilişkin de bir ipucu vermektedir. Aşağıda yer alan resim, IŞİD’e katılımın yoğun olduğu iddia edilen Gaziantep ilinde çekilmiştir. Resimde yüzleri buzlanarak gösterilmeyen sarıklı ve cübbeli iki kişi doğrudan terörist olarak işaretlenmiştir. Bu tür haberlerden yola çıkarak Türkiye’de yapılan yorumlar da haberi verili bir gerçeklik kabul etmek suretiyle, meselenin özünü görmezden gelmektedirler. Söz konusu haberler Türkiye’yi cihat sempatizanlarının var olduğu bir ülke olarak nitelendirmekte ve Türk hükümetinin IŞİD’i terörist olarak tanımlamakta çekingen davrandığını ifade ederek zihinlerde Türkiye’ye yönelik soru işaretleri uyandırmaktadır. Görüldüğü üzere Türkiye’nin teröre destek verecek potansiyel bir sosyolojiye sahip olduğuna yönelik bir söylem geliştirme çabası sadece küresel boyutta kalmamış yerel ölçekte de kendisine destek bulmuştur. Öte yandan bu tür haber ve yorumlar Batı ülkelerinin militan devşirilmede önemli bir coğrafya olduğu gerçeğini görmezden gelmişlerdir.