Bir Türk Bilmecesi

George Friedman – Stratfor Geopolitical Weekly – 21 Temmuz 2015

“Dünyanın Net Değerlendirmesi” adlı eserimde, Avrupa ve Asya’da dört büyük kesimin kriz içerisinde olduğunu ileri sürdüm: Avrupa, Rusya, Orta Doğu (Doğu Akdeniz’den İran’a) ve Çin. Her kriz farklıydı; her biri farklı gelişim aşamasındaydı. Hep birlikte ele alındığında krizler, Avrasya kıtasını, Doğu yarımküreyi istikrarsızlaştırma tehdidi savurdular ve potansiyel olarak da küresel bir krize yol açma ihtimalleri vardı. tehlikeli olmaları için tek bir krizde birleşmeleri gerekmiyor. İnsanlığın jeopolitik ağırlık merkezinde dört eşzamanlı kriz, kendi başına istikrar bozacaktır. Bununla birlikte, eğer bir araya gelmeye ve etkileşime başlarlarsa, riskler artacak. Her bir krizi durdurmak, zorlu bir iş olacak. İçiçe geçmiş krizleri yönetmek, yönetilebilirliğin sınırları üzerinde baskı kurar ve hatta çok daha öteye gitmesine sebep olur.

Bu dört kriz daha şimdiden belli bir düzeye kadar etkileşim halindeler. Avrupa Birliği’nin krizi, Ukrayna’nın paralel meselesi ve Avrupa’nın Rusya ile ilişkisiyle örtüşüyor. Orta Doğu’daki kriz, göçün yönetilmesi ve Avrupa’nın Müslüman topluluğu ile ilişkilerin dengelenmesi konusunda Avrupa’nın endişeleriyle çakışıyor. Ruslar, Suriye’ye müdahale ettiler ve İran ile son müzakerelerde ciddi bir rol oynamış görünüyorlar. Ayrıca, Çeçenistan ve Dağıstan’da da potansiyel bir kesişme söz konusu. Ruslar ve Çinliler, askeri ve ekonomik işbirliğine dair tartışmaları ilerletiyorlar. Bu etkileşimlerden hiçbiri ise bölgesel sınırları kırma tehdidinde bulunmuyor. Tam tersine, içlerinden hiçbiri özellikle ciddi sayılmaz. Bir tür bölgeler-arası kriz ise hiç de tasavvur edilemez değil.

Bu kriz bölgelerinin tam ortasında ise, birkaç yıl öncesine kadar komşularıyla sıfır sorun politikası yürüten bir ülke yer alıyor. Bugün ise Türkiye’nin tüm periferisi yangın yeri. Güneyde Suriye ve Irak’ta çatışmalar var, keza kuzeyde Ukrayna’da da aynı şekilde. Öte yandan Karadeniz’de giderek gergin bir ortam söz konusu. Akdeniz bölgesi duruldu, ancak Kıbrıs sorunu henüz tam olarak çözülebilmiş değil; ayrıca İsrail ile olan gerginlik hafiflese de yok olmadı. Türkiye yüzünü nereye çevirse bir problemle karşılaşıyor. Ve en önemlisi de, Avrasya’da Türkiye’nin temas halinde olduğu üç bölge bulunuyor: Avrupa, Orta Doğu ve eski Sovyetler Birliği.

Geçmişte iki iddiada bulunmuştum:

(1)   Türkiye, nihai olarak kendi bölgesinde büyük bir güce dönüşecek olan, yükselen bir bölgesel güçtür.

(2)   20.yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı’nın gücünü yitirmesi ve dağılmasından bu yana bu bölgenin istikrarı, dış güçler tarafından sağlandı. 2003 yılındaki Irak işgaliyle başlayan istikrarsızlaşmanın ardından ABD’nin ikinci rol üstlenme kararı, Türkiye’nin doldurmaya mecbur kalacağı bir boşluk yarattı. Ancak Türkiye henüz bu boşluğu doldurmaya hazır değil. bu durum, özellikle Türkiye, İran ve Suudi Arabistan arasında bir güç dengesinin oluştuğu bir durum yarattı.

Yaklaşan bir tehlike

Ankara açısından en şiddetli ve en ivedi kriz; Akdeniz’den İran’a ve Türkiye’den Yemen’e uzanan bölgedir. Türkiye açısından temel sorun; Suriye ve Irak’ın bir dizi gücü –Sünni, Şii ve Kürt unsurlar- içinde bulunduran komşu muharebe alanları haline gelmesidir. Bu muharebeler, dört bölgesel güç tarafından kurulan bir kazanın içerisinde gerçekleşiyor: İran, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye. Bu dörtlü aralarındaki kargaşadan mantıksallık içerisinde ortaya çıktı.

Her bir büyük gücün farklı stratejik çıkarları var. İran’ın temel çıkarı; devletin bekası ve tıpkı Tahran’ın Saddam Hüseyin’le birlikte yaşadığı durumun bir tekrarını yaşatacak türden saldırgan Sünni bir politik ortamın Irak’ta ortaya çıkmamasını sağlamak. İran’ın stratejisi, bölgedeki anti-Sünni güçleri desteklemektir.

Bu destek, Lübnan’da Hizbullah’ın cesaretlendirilmesinden, -en azından şimdilik- Beşar Esad yönetimindeki azınlıktaki Alevi Suriye yönetiminin desteklenmesine ve Şiiler ile Irak’ın Şii milislerinin denetimindeki Irak ordusuna destek olunmasına dek uzanıyor. ABD, İran’ı, şu an için Amerika’nın çıkarlarıyla örtüşen bir şekilde görüyor; keza her iki ülke İslam Devleti’ne karşı ve Tahran, militan grubun çevrelenmesi gerektiğinde önem kazanıyor. Sahadaki gerçeklik ise, bunu, İran ile ABD arasında, nükleer silahlara dair son anlaşmanın da çerçevesini belirleyen en önemli mesele haline getirdi.

Suudi Arabistan, İran’ı başlıca düşman olarak görüyor. Riyad, İslam Devleti’ni bir tehdit olarak algılıyor; ancak aynı zamanda Irak ve İran egemenliğindeki Suriye’nin Suud hanedanlığı açısından varoluşuna yönelik bir tehdit doğurmasından da korkuyor. Suudiler Yemen’deki olayları benzer bir perspektiften değerlendiriyorlar. Aynı bağlamda Riyad, İranlı militan odakları ve İslam Devleti’ni durdurmak konusunda İsrail ile ortak çıkarlara sahip. Suudilerin Suriye ve Irak’ta tam olarak kimi destekledikleri meselesi bir ölçüde belirsiz; ancak krallığın taktik ve faydacı bir oyun oynamaktan başka çaresi yok.

İsrailliler, Suudilerle aynı durumda. İranlılara karşı çıkıyorlar; ancak başlıca endişeleri, Ürdün’deki Haşimilerin ülkenin denetimini yitirmemeleri, böylelikle İslam Devleti’nin Ürdün nehri üzerinden ilerleyişine kapı aralamamalarını sağlamak olmalı. Ürdün, şu an için istikrarlı görünüyor; ancak İsrail ve Suudiler bunu işbirlikleri için başlıca nokta olarak görüyorlar. Aynı zamanda İsrail Suriye ile bir bekle-gör oyunu oynuyor. Esad, İsraillilerle arkadaş değil; ancak zayıf bir Esad, güçlü bir İslam Devleti yönetiminden daha iyi. Suriye’deki mevcut durum, İsrail’in işine geliyor, çünkü bir iç savaş, ivedi tehditleri sınırlıyor. Ancak çatışmanın kendisi denetim dışı ve birinin kazanma riski var. İsrail Esad’ı desteklemeli ve onları İran’la aynı düzeye getirmeli (her ne kadar İsrail, İran’ın askeri uydularını durdurmak üzere Suudi Arabistan gibi Sünni oyuncularla çalışsa da). Bu noktada bol bol ironi söz konusu.

İşte bu bağlamda Türkler ne Batı’daki geleneksel müttefiklerine ne de yeni ortaya çıkan potansiyel müttefiklere yönelik net bir taahhütte bulunmayı reddettiler. Bunun kısmen sebebi, kimsenin taahhüdünün –İranlılar hariç- net ve geri dönülmez olmamasıydı. Bir diğer sebebi ise Türklerin istemezlerse söz vermelerine gerek bulunmamasıydı. Suriye’deki Esad rejimine var güçleriyle karşı çıkıyorlar ve bu mantık doğrultusunda kendisi de Suriye rejimine karşı çıkan İslam Devleti’ni destekliyor olmaları lazım. Daha önce söylediğim gibi, bölgede Türklerin İslam Devleti’nden yana tavır koydukları ve ona yardım ettikleri yönünde durdurak bilmeyen söylentiler söz konusu. Türkiye son haftalarda ciddi sınır faaliyetleri ve yaygın baskınlarla İslam Devleti’ne karşı açıkça ve ciddi şekilde sert önlemler almak suretiyle bu söylentilere yanıt verdi.

Türkler, mevcut çatışmacı ilişki ne şekilde olursa olsun, militanların ağırlıklı olarak Arap bir platformdan Türkiye’ye yönelik bir tehdit olmaya dönüşebileceğini biliyorlar. İslam Devleti’nin, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik müdahalesine bir gerekçe yarattığını düşünen Türkler de var. Bu argümanın zayıflığı; Ankara’nın İslam Devleti’ne yönelik tavrının daha saldırgan hale gelmesine rağmen gücünün azaldığına dair çok fazla gerekçe olmasıdır.

Bu, Türkiye’nin ABD ile karmaşık ilişkilerini gösteriyor. ABD halen resmi olarak büyük bir müttefik. 2003 yılında Türkler, ABD güçlerinin Türkiye üzerinden Irak’ı işgal etmesine izin vermeyi reddettiler. O zamandan beri ABD ile ilişkileri karmaşık ve sıkıntılı oldu. Türkler, Esad’ın devrilmesi konusunda Amerika’nın desteğini, Suriye’deki geniş çaplı işbirliği için bir koşul haline getirdi. Suriye’de İslam Devleti hükümetinden endişeli olan ve İslam Devleti dışında kalan militanların uzun vadeli bir alternatif oluşturduğuna pek inanmayan Washington ise bunu kabul etmedi. Türkler ise şimdilerde İslam Devleti’ne yönelik operasyonlar için İncirlik’teki NATO hava üssünün belli ölçüde kullanımına izin veriyorlar – her ne kadar bu konuda genel bir taahhütte bulunmasalar da. Öte yandan, Sünni Suudi Arabistan ile karmaşık bir işbirliği içerisine de girmediler.

Türk sorunu şu şekilde: Düşük riskli adım yok. Ankara’nın kağıt üzerinde geniş bir ordusu var ve bu ordu ülkenin güneydoğusunda 30 yıldır süregiden isyanın dışında rüştünü pek fazla sergileyemedi. Türkiye aynı zamanda bölgeye müdahale eden Amerikan konvansiyonel güçlerinin sonuçlarını da gözlemledi ve aynı riski yaşamak istemiyor. Ülke içinden gelen endişeler de var. Türkiye, seküler ve İslamcı kesimler arasında kutuplaşmış durumda. Sekülerler, İslamcıların radikal İslam’la gizli bir anlaşma içerisinde olmasından endişe ediyorlar. İktidardaki Sünni ağırlıklı AKP ise son seçimlerde ciddi şekilde zayıfladı. İstediği tek saldırıyı –Esad’ı devirmeye yönelik bir saldırı- gerçekleştirme yeteneği, sekülerlerin gözünde “dini bir savaş” olarak algılanacak ve parti tabanı tarafından pek de iyi karşılanmayacak; AKP’nin sonunu hazırlayacak kopuşları devreye sokacak. Bununla birlikte, Sünnilere yönelik bir saldırı, her ne kadar radikal olsa da, Türkiye’nin daha şimdiden desteklediği gibi Kuzey Suriye’deki muhaliflerle ilişkileri daha da karmaşık hale getirecek. Türkiye’nin sadece bir yüzyıl önce bu topraklardaki hakimiyetini anımsatacak şekilde komşu bir Arap ülkesi topraklarında Türk-karşıtı duyguları yeniden canlandırma riskini de beraberinde getirecek.

Dolayısıyla, giderek değişen Türkiye, Amerikan Predatör casus uçaklarının İncirlik’ten uçmasına izin veren son anlaşmanın da ortaya koyduğu gibi, belli bir baskı altında. Stratejik bir bakış açısıyla, ödülden çok risk var. Pozisyonu ise İsrail’inkine benziyor: izle, bekle ve hiçbir şey yapmamak üzere engelle. Siyasi bakış açısıyla, Amerikan hava saldırıları için doğrudan müdahale edilmesi veya bu saldırılara destek sunulması konusunda ciddi bir destek tabanı da bulunmuyor.

Buradaki sorun ise şu: Türkiye açısından en kötü durum senaryosu, Suriye veya Irak’ta bağımsız bir Kürt cumhuriyeti kurulması. Böylelikle Türkiye’nin güneydoğusundaki Kürtler için bir cazibe merkezi doğabilir ve mevcut anlaşmalar ne olursa olsun herşeyin istikrarını bozabilir. Türkiye’nin elini zorlayacak tek şey bu. Bununla birlikte, ABD tarihsel olarak Irak ve aynı zamanda Suriye’deki Kürler arasında belli bir nüfuza sahip. Bu nüfuz abartılsa da ve Washington havadan İslam Devleti’yle mücadele ederken karadan destek için Kürt peşmerge milislerine bağımlı olsa da, bu önemli bir etmen. Eğer durum kontrolden çıkarsa, Ankara, ABD’nin durumu kontrol etmesini bekleyecektir. Eğer Washington bunu başarırsa, bedeli Türkiye’nin bölgedeki Amerikan operasyonlarına destek vermesi olacaktır. Türkler, bu bedeli ödeyecek veya risk alacaktır. Ankara’nın sürece müdahil olduğunda karşılaşacağı tablo budur.

İlave Komplikasyonlar

Türkler, Orta Doğu ile kıyaslandığında Rusya’daki krizle daha az ilgilenmektedirler; ancak yine de buna müdahil olup bu durumları potansiyel olarak piramit şeklindedir. Bu piramidin üç boyutu bulunmaktadır:

(1)   Karadeniz ve Türkiye’nin buradaki rolü

(2)          Boğazlar

(3)          Rusya’nın Ukrayna’ya artan bir askeri müdahillik halinde ABD’nin İncirlik’teki hava üssünden faaliyet göstermesine izin verilmesi

Ukrayna’daki kriz, kaçınılmaz olarak Karadeniz’i ilgilendiriyor. Kırım’da Sivastopol, Karadeniz’deki bir Rus üssüdür. Bu potansiyel çatışmada Karadeniz, bir dizi operasyon için kritik bir alan haline gelmektedir. Öncelikle, Rusların batıya doğru atacağı herhangi bir adımda, Karadeniz doğru bir noktadır. İkinci olarak, Karadeniz, Rusların ticareti için elzem bir koridordur ve düşmanların bu koridoru kapatmaya dönük herhangi bir girişiminin Rus donanma güçleri tarafından karşılık bulması söz konusu olacaktır. Son olarak, Ukrayna krizinin çözümünde Amerika / NATO stratejisi, Romanya ile işbirliğini artırmak şeklinde olmuştur. Romanya Karadeniz’e kıyısı olan bir ülke ve ABD, Karadeniz’deki yeteneklerini güçlendirmede Bükreş’le birlikte çalışmak istediğini belirtti. Dolayısıyla, Karadeniz’deki olaylar bazı koşullar altında hızla tırmanabilir; Ankara’nın gözardı edemeyeceği bir şekilde Türklerin çıkarları karşısında tehditler doğurabilir.

Karadeniz meselesi, Boğazlar meselesiyle de alakalı. Boğazlar, Çanakkale ile birlikte, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan dar bir geçit ve Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşmanın tek yolu. Ruslar açısından bu kritik bir ticaret yolu ve Rus gemilerinin Akdeniz’e ulaşmasının tek aracı. Bir çatışma halinde ABD ve NATO muhtemelen donanma güçlerini Karadeniz’e gönderip bu bölgedeki operasyonları desteklemek isteyeceklerdir.

1936 yılında imzalanan Montrö Sözleşmesi çerçevesinde Boğazlar Türklerin denetimi altında. Ancak bu sözleşme, Boğaz trafiği üzerine bazı kısıtlamalar da getiriyor. Erişim tüm ticari gemilere açık. Ancak, Türkiye ile savaş halindeki ülkelere geçiş Ankara tarafından durdurulabilir. Karadeniz’e kıyısı olan tüm ülkelerin Karadeniz’de askeri olarak faaliyet gösterme serbestileri var. Ancak Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkeler bir takım kısıtlamalarla karşılaşıyorlar. Ancak 15.000 tonun altındaki savaş gemileri gönderilebiliyor ve tek bir defada dokuzdan fazlası gönderilemiyor. Ayrıca toplam tonajının da 30.000 tonun altında olması lazım. Ve en fazla 21 gün kalmalarına izin veriliyor.

Bu durum, ABD’nin Karadeniz’e güç gönderme yeteneğini sınırlandırıyor: Amerikan taşıyıcı muharip gruplar –ki bunlar Amerika’nın donanma gücünün kilit unsurlarıdır- buradan geçemiyor. Türkiye, uluslararası hukuk gereği sözleşmenin garantörü konumunda ve Boğazlar üzerinde tam egemenliğini kurabilmek için bu sözleşmenin yükümlülüklerinden muaf tutulma arzusunu zaman zaman ifade etti. ancak, savaş gemilerinin geçişini engelleme hakkının uluslararası hukukla sabitlendiğini bilmek de ona rahatlık sağlıyor.

Bununla birlikte, Rusya ile bir çatışma halinde Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğu gerçeği göz önüne alınmak durumunda. Eğer NATO bu tür bir çatışmaya resmi olarak katılacaksa, Ankara’nın şu iki tercih arasında birini seçmesi lazım: ya Montrö sözleşmesi, ya da ittifaktan kaynaklanan yükümlülükler. İncirlik’ten hava operasyonları konusunda da aynısı geçerli. Türkiye’nin NATO ve ABD ile ilişkileri mi öncelikli, yoksa Ankara Karadeniz’deki çatışmayı denetlemek için sözleşmeye mi başvuracak? Rusya ile herhangi bir çatışmaya müdahil olmadan bile önce, potansiyel olarak tehlikeli bir diplomatik kriz yaratacak bu durum. 

Olayları daha da karmaşıklaştıran şey ise, Türkiye’nin Karadeniz üzerinden Rusya’dan önemli miktarda petrol ve doğalgaz alması. Enerji ilişkileri değişiyor. Satıcının öncelikli olarak satışa bağlı olduğu ekonomik koşullar ve alıcının da bağlı olduğu durumlar var. Tüm hepsi de manevra alanına bağlı durumda. Petrol fiyatları 100 doları aştığında Rusya’nın enerji sevkiyatını durdurma gibi bir mali seçeneği vardı. Mevcut fiyatlandırma çerçevesinde Rusya’nın bunu yapabilme yeteneği ciddi anlamda azaldı. Ukrayna krizi sırasında Avrupa’daki enerji kesintilerini kullanmak, yaptırımlara mantıklı bir yanıt olacaktı. Ruslar bunu yapmadı, çünkü bunun maliyetini karşılayamazlardı. Rusya’dan enerji akışının kırılganlığıyla ilgili temel endişe artık ortadan kalktı ve büyük bir tüketici olan Türkiye, en azından diplomatik planda, kırılganlığını azalttı.

ABD, Baltıkları, Polonya’yı ve Romanya’yı içeren bir ittifak sistemi kuruyor ve bunun amacı, Rusların batıya doğru olası bir ilerlemesini durdurmak. Türkiye, bu ittifak yapısı için mantıklı bir güney çapası. Türkler, görünenden çok daha fazla bir şekilde müdahil oldular; Karadeniz’de Romenler ve Amerikalılarla tatbikatlara katıldılar. Ancak Orta Doğu’da olduğu gibi Ankara ittifaka yönelik herhangi bir taahhütte bulunmaktan titizlikle kaçındı ve Karadeniz stratejisi konusunda muğlak kalmayı tercih etti. Orta Doğu çok daha karmaşık bir haldeyken Rusya’nın durumu potansiyel olarak daha tehlikeli – her ne kadar Türklerin muğlak durumu devam etse de.

Benzer şekilde, Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye olmayı uzun zamandır istiyor. Bununla birlikte, Ankara’nın son 10 yıllık ekonomik performansı, Türkiye’nin üye olmayışından yarar sağladığını gösteriyor. Bununla birlikte, özellikle Türkiye’deki laik kesim, üyelik konusunda oldukça katı ve kararlı; keza Birliğe üye olunduğunda Türk toplumunun laik niteliğinin güvence altına alınacağını hissediyorlar. AKP ise çok daha muğlak bir zeminde hareket ediyor. Parti, bir yandan üyelik talebinde bulunmaya devam ederken, diğer yandan da dışarıda kalmaktan oldukça memnun görünüyor. AB’nin ülkedeki seküler kesimin istediği gibi eleştirilerde bulunmasını istemiyor; ayrıca Avrupa’daki ekonomik krizin yükünü de paylaşmaya niyeti yok.

Türkiye iki yöne çekilmiş durumda. Öncelikle, Ankara’nın krizlerle etkilenen bir şekilde Avrupa ile kaçınılmaz ekonomik bağları var ve bu krizler, ironik bir şekilde, kadim düşmanı Yunanistan’a odaklanıyor. Şu an için daha önemlisi ise, Avrupa’daki İslami terörizm krizi ve göç. Örneğin Almanya’da yaşayan birçok Müslüman, Türk kökenli ve Türk göçmenlere yönelik davranışlar, Türkiye’de önemli bir siyasi mesele olmaya devam ediyor. Avrupa Avrupa’nın parçası olmak isterken, ne ekonomik gerçeklik ne de Avrupa’daki Türklere ve diğer Müslümanlara yönelik muamele, bu ilişkinin lehine bir durumda.

Ekonomik sorunlarının içine çekilmeyi önlemek üzere Avrupa ile yollar giderek ayrılıyor. Bununla birlikte Güneydoğu Avrupa’da Türk yatırımları ve ticaretine dair tartışmalar oldukça yaygın. Bu çerçeveden bakıldığında, Avrupa dağılırken, uzun süredir ekonomik bir güç olan ve kısa süreli sorunlarının neler olduğunu anlayan Türkiye, güneydoğu Avrupa’yı ekonomik bir çekim merkezine doğru çekiyor. Bir anlamda, farklı bir parçalanma gücü haline geliyor ve bunu da güneydoğuda daha yoksul ülkeler için alternatif bir ekonomik hayırsevere dönüşerek yapıyor.

Türkiye’nin Orta Doğu ile potansiyel etkileşimi, ivedi bir mesele. Rusya ile orta vadeli müdahillik ise daha uzun erimli bir soru. Avrupa ile ilişkileri, en uzun süreli mesele. ABD ile ilişkisi ise, tüm bunlarla örtüşen tek bir soru. Tüm bu endişeler karşısında Türkiye’nin net bir yanıtı yok. Müdahilliği engellemek ve maksimum seçenekleri sürdürmek üzere tasarlanan bir stratejiyi izliyor. Ankara, bazı güçlerle resmi olarak müttefiklik kurduğu çok-taraflı bir stratejiye güveniyor ve müttefiklerine düşman olan güçlerle ilişki kurmaya sessiz sedasız açık durumda. Bu çok-boyutlu doktrinin amacı, erken müdahaleyi –yani stratejik bir olgunluk düzeyine ve kendisini bekleyen riskler karşısında tanımlama yeteneğine ulaşmadan müdahalede bulunmayı- önlemek.

Bir anlamda Türklerin politikası Amerika’nın politikasıyla paralellik arz ediyor. Tüm bu üç bölgede Amerikalıların politikasının amacı, bölgesel güç dengesinin sürdürülmesine izin vermek. Washington ise kendisini durum bazında müdahil kılıyor ve sınırlı bir gücü devreye sokuyor. Türkler, ilkesel olarak ABD ile paralel durumda ve hatta kendilerini çok daha az teşhis ediyorlar. Türklerin sorunu; coğrafyanın onları üç bölgede eksen rol üstlenmeye mecbur bırakması. ABD açısından bu tercihli bir rol. Türkler tutarlı kararlar alamıyorlar; ancak almaları lazım. Dolayısıyla Ankara’nın stratejisi, tutarlı olarak muğlak olacak; bilmeceyi andıracak. Dış güçler bunun işlemesini imkansız kılana kadar bu şekilde de devam edecek.

Kaynak: https://www.stratfor.com/weekly/turkish-enigma?utm_source=freelist-f&utm_medium=email&utm_term=Gweekly&utm_campaign=20150721&utm_content=readmoretext&mc_cid=9245188851&mc_eid=6fdb18e66f