Türkiye’de Teknoloji Transferi Politikalari

Son yıllarda tartışılan yerli üretim çabaları Türkiye’nin geç-kalkınma çabalarına ivme ka­zandırabilecek önemli bir unsurdur. Özellikle savunma sanayii alanın ilk denemeleri başarı ile yapılan yerli savaş gemisi “Milgem”, yerli tank “Altay”, yerli insansız hava aracı “Anka” ve yerli eğitim uçağı “Hürkuş” bu çabaların ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu üretim sürecinin çok daha etkin ve çok daha verimli olarak sürdü­rülebilmesi ve geliştirilebilmesi için gerçekleştiri­len teknoloji transferi, ulusal teknolojik çabaları destekleyici biçimde tasarlanmış politika ve stra­tejilerle şekillendirilmelidir.

Sınai gelişmenin sistematize edilmesi gerek­tiğinin altını belirgin bir biçimde çizen bu bölüm Türkiye’nin kalkınmacı devlet strateji ve politi­kalarıyla, sahip olduğu potansiyeli geliştirmek ve yerli teknolojik çabaların etkinliğini arttırmak için bir teknoloji transferi politikası önermektedir.

MEVCUT DURUM

Türkiye’de teknolojik yetenek düzeyini ölçme­ye yönelik çalışmaların sayısının yetersiz olması ve gösterge olarak kabul edilebilecek verilerin yeterince uzun zamandır derlenmiyor olması, değerlendirme ve analizleri kısıtlamaktadır. Bu kısıttan hareketle, Lall tarafından işaret edilen teknolojik yetenek göstergelerinden yola çıkıla­rak Türkiye’de teknolojik yeteneğin mevcut du­rumuna ilişkin bir çerçeve çizilebilir.6

Yapı ve Performans Göstergeleri

Yapı ve performans göstergeleri alt başlığında, Türk imalat sanayii katma değerinin GSMH içindeki payı ve ve imalat sanayisinde sabit ser­maye yatırımlarının payı incelenmektedir. İlk gösterge, TÜİK tarafından veri derleme yön­teminde yapılan değişiklikler sebebiyle, 1970- 2006 dönemi ve 2000-2010 dönemi olarak ikili bir ayrımla incelenebilmektedir. 1970-2006 arası dönemde katma değerinin GSMH içindeki payı incelendiğinde gittikçe artan bir eğilim içinde olduğu görülmektedir. 1970-2006 dönemi için imalat sanayii katma değerinin GSMH içindeki payının, 1994, 1999 ve 2001 gibi kriz yıllarının dışında istikrarlı artış eğilimi gösterdiği izlenmek­tedir. 1998-2010 arası dönemde imalat sanayii­nin katma değer oranları 1.grafikte GSYİH’nın yüzdesi olarak gösterilmektedir. Grafikten de izlenebileceği gibi, bu değer yüzde 22 ila 24 ara­sında değişmekte ve yatay bir seyir izlemektedir. İmalat sanayii firmaları tarafından üretilen mal­ların değeri ile diğer sektörlerden imalat sanayii için temin edilen girdinin değeri arasındaki farkı ifade eden imalat sanayiinin katma değer oranı, Türk imalat sanayiinin teknolojik kapasite ve ye­tenekleri açısından değerlendirildiğinde, düşük düzeyde olduğu sonucuna varılabilir. Bu durum düşük teknolojili üretim ile orta ve yüksek tek­nolojili üretim arasındaki farkın fazla olmasına bağlı olarak açıklanmakta ve aynı zamanda Türk imalat sanayiinde teknolojik yetenek düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğunu göstermektedir.

İncelenen bir diğer gösterge, toplam sabit ser­maye yatırımlarının ve imalat sanayii sabit sermaye yatırımlarının GSYİH içindeki payıdır. Sabit ser­maye yatırımlarının GSYİH içindeki payı, 2000- 2010 dönemi için yüzde 20 düzeyinde yatay bir seyir izlemektedir. İmalat sanayii sabit sermaye ya­tırımlarının, toplam sabit sermaye yatırımları için­deki payının gelişimi izlendiğinde ise 2004-2009 arası dönemde yüzde 30’un üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Ancak bu oran 2006 yılından iti­baren 2010 yılına kadar düşüş eğilimi içindedir. Kalkınma Bakanlığı verilerine göre, 2010 yılı sabit sermaye yatırımlarının GSYİH içindeki payının sektörel dağılımı incelendiğinde ise, sırasıyla en yüksek payın yüzde 34,5 ile imalat sanayisine ait olduğu görülmektedir. Bunu sırasıyla ulaştırma (yüzde 24) ve konut yatırımları (yüzde 11) izle­mektedir. İmalat sanayii sabit sermaye yatırımları­nın gelişimi değerlendirildiğinde  ise, sabit sermaye yatırımlarının GSYİH içindeki payının yüzde 25’i geçemediği görülmektedir.7

Eğitim Göstergeleri

Teknolojik yeteneği belirlemeye yönelik temel göstergelerin ikinci grubunu eğitim gösterge­leri oluşturmaktadır.Bu kapsamda, okullaşma  oranları, hane halklarının ve merkezi hüküme­tin eğitim harcamaları, orta öğretimde genel ve mesleki eğitimin oranları gibi göstergeler değer­lendirilmektedir.Türkiye ekonomisinde okul­laşma oranları incelendiğinde en yüksek okul­laşma oranının ilköğretim düzeyinde olduğu görülmektedir.1997-1998 döneminden itibaren zorunlu sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi bu oranın artışını sağlayan temel unsur olmuş­tur. İlköğretimle karşılaştırıldığında, okullaşma oranlarının ortaöğretimde ve yükseköğretim­de daha düşük düzeyde olduğu görülmektedir. Ortaöğretim okullaşma oranı, 2008 yılındaki bir yıllık bir gerileme haricinde artış eğilimini sür­dürmektedir. Yükseköğretimdeki okullaşma ora­nı ise kesintisiz olarak artış eğilimini sürdürmek­tedir. Ancak yükseköğretimin payı 2008 yılından itibaren yüzde 50’nin üzerine çıkabilmiştir.

Transfer edilen teknolojiden öğrenme sağ­lama sürecinin en temel dinamiklerinden birini yetişmiş ara-teknik personel oluşturmaktadır. Bu nitelikteki işgücünün sağlanabilmesi içinse mesle­ki ve teknik eğitim veren liseler çok büyük öneme sahiptir. Bu açıdan orta öğretimde mesleki ve ge­nel liselerin payları incelediğinde, mesleki ve tek­nik eğitimin, örgün orta eğitim içindeki payının 2000-2011 yıllarını kapsayan dönemde artış eği­limi gösterdiği gözlenmektedir. Mesleki ve teknik lise oranları ile genel lise oranlarının karşılaştırıl­dığında, genel lisenin payı özellikle 2003 yılın­dan bu yana azalma eğilimindedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın hedefleri yüzde 65 mesleki ve teknik lise oranına erişmek iken hükümet bu hedefi revi­ze ederek yüzde 50 seviyesine çekmiştir.

Mesleki ve teknik eğitim veren liselerin oranındaki artış, yetişmiş işgücü açığının kapa­tılabilmesi için önemli bir gelişme olarak değer­lendirilebilir.Ancak bu değerlendirme sırasında üzerinde durulması gereken nokta, mesleki eği­tim veren okullarının sayısının ve oranının artı­şı ile birlikte, gelişen teknolojiye uygun eğitim müfredatına sahip olup olmadıkları konusudur.Uygulamaya yönelik, sanayi ile işbirliği ve ileti­şim içinde yapılandırılacak eğitim programının eğitim sistemine dâhil edilmesi, bu gelişmenin sadece sayısal bir artış olarak kalmasını engelle­yecek, mesleki eğitimin etkinliğini arttıracaktır.Sektörel işbirliğinin yetersizliği, teknik ve beşeri altyapı ve mesleki eğitimin olumsuz toplumsal algısı gibi yapısal sorunlar mesleki-teknik eğiti­min amaca yönelik gelişmesini zorlaştırmaktadır.

Eğitime ilişkin göstergelerden bir diğeri ise toplam eğitim bütçesinin merkezi bütçe ve GSYİH içindeki payıdır. Toplam eğitim bütçe­sinin konsolide/merkezi yönetim bütçesindeki payı ise yüzde 10 ila 14 arasında değişim göster­mekte ve büyüme eğiliminde olduğu anlaşılmak­tadır. Bu kapsamda değerlendirilmesi gereken eğitimin GSYİH içindeki payı ise 2000-2010 arası eğitim bütçesinin payı yüzde 2 ila 4 arasın­da değişmektedir. Bu oranın seyri izlendiğinde küçük bir artış eğiliminin olduğu görülmektedir.2010 yılı verilerine göre, eğitim için bütçeden ayrılan pay toplam GSYİH’nın yüzde 3,4’ünü oluşturmaktadır. TÜİK’in hane halkı tüketim harcamaları analizine göre, toplam tüketim har­camaları içindeki en düşük iki pay yüzde 1-2’lik oran ile eğitim ve sağlık harcamalarına aittir. 2002-2011 yılları arasında, hane halkının eğitim harcamalarını ve toplam tüketim harcamaları içindeki payını gösteren 3.grafiğe göre, eğitim harcamaları artmaktadır. Ancak bu artışa karşın toplam tüketim harcamaları içindeki payı yüzde 2,5 düzeyini aşamamaktadır.

Bilim ve Teknoloji Göstergeleri

Ulusal teknolojik yetenek düzeyini belirlemeye yönelik bilim ve teknoloji ile ilişkili göstergeler tescil edilmiş patent oranları, toplam ve özel sek­tör AR-GE harcamalarının GSYİH içindeki payı, bir milyon kişi başına düşen bilim adamı veya on bin işgücü başına düşen AR-GE personeli sayısı üzerinden analiz edilmektedir. 1990-2011 döne­minde AR-GE harcamalarının GSYİH’ya oranı, 1994 ve 2001 krizi dönemleri haricinde, görece istikrarlı bir artış eğilimi sergilemektedir. Ancak dünya  ortalamasının yüzde 1 olarak kabul edil­diği bu oran, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 2, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yüz­de 3, Japonya ve Güney Kore’de yüzde 3,5 düze­yindedir.8 Dünyanın en büyük ekonomileri olan ABD, Almanya ve Fransa’nın 2020 yılı AR-GE hedefleri de yüzde 3 düzeyinde iken, Japonya’nın hedefi yüzde 4 ve Çin’in hedefi yüzde 2,5 düze­yindedir. Türkiye de 2023 vizyonu çerçevesinde yüzde 3 (ticari kesimin yüzde 2) oranında bir AR-GE payı hedeflemektedir.

AR-GE harcamalarını gerçekleştiren kesim­lerin payları incelendiğinde, 1990-2011 arası dö­nemde kamu kesimi tarafından yapılan harcama­ların payının yüzde 6 ila 12 arasında değiştiği ve ortalama yüzde 10 düzeyinde görece istikrarlı bir değişim gösterdiği izlenmektedir. Ticari kesimin payı ise, kesintili de olsa, 1999 yılına kadar artış eğilimi içindedir. Sanayi kesiminin önemli bir kısmını barındıran Marmara Bölgesi’nde yaşanan büyük depremin ve 2000 ve de 2001 yıllarında yaşanan krizlerin etkisiyle azalan ticari kesim AR-GE harcamaları, 2004 yılından itibaren artış eği­limi içine girmiştir. 1990’lı yılların başında yüzde 70 düzeyinde olan yükseköğretim kurumlarınca yapılan harcamalar, toplam AR-GE harcamaları içindeki en büyük paya sahipken zaman içinde ticari kesimin payının artışı ile birlikte yüzde 45düzeyine gerilemiştir.

Bilim ve teknolojiye yönelik göstergelerden bir diğerini temsil eden AR-GE personelinin za­man içindeki gelişimi izlendiğinde, AR-GE har­camalarına oranla daha istikrarlı bir eğilim içinde olduğu görülmektedir. On bin işgücüne düşen AR-GE personeli ile tam zaman eşdeğerli AR-GE personeli sayısının artış eğilimi içinde olması tek­nolojik yeteneğin gelişme potansiyeli için olumlu bir gösterge olarak değerlendirilebilir. Bu artışın olumlu etkilerinin sağlanabilmesi için aynı şekilde AR-GE harcamaları için ayrılan payın ilk aşamada dünya ortalamasına ve daha sonra da 2023 hedef­lerine yaklaştırılmasına yönelik gerekli destek ve teşviklerin sağlanması gerekmektedir.

Ulusal teknolojik yetenek düzeyini belirle­meye yönelik göstergelerden bir diğeri ise bilim­sel yayın, patent ve faydalı model sayısı olarak ifade edilmektedir.Türkiye’nin bilimsel yayın sa­yısı bakımından 2000 yılında dünyada 26.sırada iken, 2010 yılında 18. sıraya yükseldiği görül­mektedir. Bu yükseliş, 2000-2005 yılları arasında hızla devam etmiş, 2005-2010 arası dönemde ise istikrarlı bir çizgide ilerlemiştir. Milyon kişi ba­şına düşen bilimsel yayın sayısı ise sırasıyla 2000 yılı için 103, 2005 yılı için 239 ve 2010 yılı için ise 362 olarak gerçekleşmiştir. Yayın sayısının is­tikrarlı ancak yavaş bir gelişme içinde olduğu gö­rülmektedir. Bu yayınların sayısının arttırılması

kadar ticarileştirilebilmesi ve transfer edilen tek­nolojilerin öğrenilebilmesi ve özümsenebilmesi için kullanılabilir olması da önem arz etmektedir.

Teknolojik gelişmenin ve yenilikçiliğin en be­lirgin göstergelerinden biri kabul edilen patent sa­yılarının Türkiye ekonomisi açısından gelişimi iz­lendiğinde yerli patent başvuruları ile yabancı pa­tent başvuruları arasında sayıca önemli bir farkın olduğu görülmektedir. Bu fark, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı firmaların, yerli firmalara göre, daha yenilikçi olduğuna dair bir gösterge olarak yorumlanabilir. Türkiye ekonomisinde yerli patent başvurularının yabancı patent başvurularına oran­la sayıca daha düşük seyretmesinin yanında, kabul edilen patent sayıları açısından da yabancı menşeli patentlerin belirgin bir üstünlüğü göze çarpmak­tadır. Ancak son yıllardaki gelişmelere bakıldığın­da, özellikle teşvik sistemindeki iyileştirmelerin de etkisiyle, kabul edilen yerli patent sayısında hatırı sayılır bir artışın gözlendiği ve nispeten daha den­geli bir yapının ortaya çıktığı vurgulanmalıdır.

Ulusal teknolojik yetenek kapsamında izlenmesi gereken göstergelerden birisi de ye­nilikçilik oranlarıdır. Türkiye’de sınai üretim yapan firmaların yenilikçilik oranı 2004-2006 yılları arasında yüzde 60,8 düzeyinde iken bu oran 2008-2010 arasında yüzde 52,2 olarak ger­çekleşmiştir. Bu oranlar hizmetler sektöründe 2004-2006 dönemi için yüzde 53,6 iken 2008- 2010 döneminde yüzde 50,3 olarak gerçekleş­miştir. Genel yenilikçilik oranı ise 2004-2006 dönemi içim yüzde 58,2; 2006-2008 dönemi için yüzde 37,1 ve 2008-2010 dönemi için yüz­de 51,4 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından “Yenilik Faaliyeti Yürüten Girişimciler”e yönelik derlenen istatistiklere göre,9çalışan sayısı ile yenilikçilik oranı ara­sında doğru yönlü bir ilişki vardır. 2004-2006döneminde 10 ila 49 çalışana sahip olan firma­ların yenilikçilik oranı yüzde 56,6 iken bu oran çalışan sayısı 50 ila 249 olan firmalarda yüzde 63,4’e ve çalışan sayısı 250’den fazla olan fir­malarda ise yüzde 68,4’e yükselmektedir. 2008- 2010 arası dönem için ise bu oranlar sırasıyla (küçük ölçekli firma) yüzde 49,4; (orta ölçekli firma) yüzde 58,6 ve (büyük ölçekli firma) yüz­de 69,7 olarak gerçekleşmiştir.

Firmaların yenilikçilik türlerine göre bir değerlendirmesi yapıldığında ise, 2004-2006 döneminde organizasyon ve/veya pazarlama yeniliği yapan firmaların oranın yüzde 50,8 ol­duğu görülmektedir. Bu oran 2006-2008 dö­neminde yarı yarıya azalarak yüzde 22,7 düze­yinde gerçekleşmiştir. 2008-2010 döneminde ise oran yüzde 42,7’ye yükselmiştir. Ürün ve/ veya süreç yeniliği yapan firmaların oranı ise organizasyon ve/veya pazarlama yeniliği yapan firmaların oranına göre daha istikrarlı bir ge­lişim izlemiştir. Bu oran 2004-2006 dönemi için yüzde 29,9; 2006-2008 dönemi için yüz­de 27,4 ve 2008-2010 dönemi için yüzde 33,2 olarak gerçekleşmiştir. Teknolojik yenilik oranı ise ortalama yüzde 30 düzeyinde gerçekleşmiş­tir. Gerek sanayi yenilikçilik oranının gerekse teknolojik yenilik ve süreç yeniliği yapan fir­maların oranın düşük düzeylerde olması Türk imalat sanayiinin ulusal düzeyde teknolojik yetenek birikimi sağlamaya, yeni ve yabancı teknolojilerden öğrenme sağlayarak yenilikçi teknolojinin yerli üretiminin sağlanmasına ih­tiyacı olduğunu göstermektedir.

Türk imalat sanayiinin teknolojik yetenek düzeyini, yapı ve performans, eğitim, bilim ve teknoloji göstergelerini esas alarak değerlen­diren bu kısım sonuç olarak teknolojik yete­nek düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğunu göstermektedir.Sonuçta, potansiyel olarak gelişmeye açık olan teknolojik yetenek düze­yinin sadece ulusal teknolojik çabalarla geliş­tirilemeyeceği, öğrenme temelli bir teknoloji transferi politikası ile desteklenmesi gerektiği görülmektedir.

TEMEL PROBLEM ALANLARI VE GELECEK BEKLENTİLERİ

Gelişmekte olan ülkelerin hemen hepsinde olduğu gibi Türkiye de ihtiyaç duyduğu teknolojileri çe­şitli teknoloji transferi kanallarını kullanarak geliş­miş ülkelerden edinmektedir.Türkiye’de teknoloji transferine ilişkin veriler tam olarak derlenmedi­ği için ancak temsili değişkenlerle değerlendirme yapabilmek ve çıkarımlarda bulunmak mümkün­dür.Bu sebeple, Türk imalat sanayiinde teknoloji transferinin ve teknolojik bağımlılığın durumunu değerlendirebilmek için doğrudan yabancı serma­ye yatırımları, yatırım malları ithalatının sabit ser­maye yatırımlarına oranı, imalatın ithalata bağım­lılığı gibi göstergeler analiz edilmektedir.

Teknoloji transferinin doğrudan yabancı yatırımlar yoluyla gerçekleştirilmesini sağlayan temel aktör, genellikle çok uluslu şirketlerdir. Birçoğu sanayileşmiş ülkelerde kurulmuş ve dünyaya yayılmış bu şirketler, yenilikçilik kül­türüne sahip firmalar olarak yatırım yaptıkları ülkelerde AR-GE faaliyetlerini yürüterek ve yer­li işgücünü ileri teknoloji ve yönetim teknikleri konusunda eğiterek yenilikçilik kültürünün ve teknolojik bilgi birikiminin yayılmasına imkân sağlamaktadır. Ancak bu türlü bir yayılımdan fayda sağlamanın temel şartı ev sahibi ülkenin özümseme kapasitesinin yeterince gelişmiş ol­masıdır. Türkiye’deki doğrudan yabancı serma­ye yatırımlarının gelişimi izlendiğinde 1990- 2001 arasındaki dönemde istikrarlı ve yatay bir seyir izlediği görülmektedir.2001 krizinin etki­si ile yükselen yabancı sermaye yatırımları 2002 yılında bir düşüş yaşamış ve ardından tekrar yükselme eğilimine girmiştir. Bu artış eğilimi ise 2008 küresel krizi ile birlikte kesintiye uğra­mış ve 2010 yılından itibaren doğrudan yabancı sermaye girişi artmaya devam etmiştir. 2000’li yıllarda, 1990’lı yıllara oranla Türkiye’ye yöne­lik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında yüksek oranda artış gözlenmektedir.

Türk imalat sanayiine yönelik doğrudan ya­bancı sermaye yatırımlarının gelişimi izlendiğin­de de 2008 küresel krizinin etkileri çok net bir biçimde görülmektedir. Küresel kriz sonrasında, 2010 yılından bu yana hem toplam yabancı ser­maye yatırımları hem de imalat sanayii yabancı sermaye yatırımları artış göstermektedir. Ancak imalat sanayiinin payının, toplam içindeki ora­nının, doğrudan yabancı sermaye yatırımları aracılığıyla transfer edilen teknolojinin kısıtlı olmasına sebep olmaktadır.Bu limit hem tek­nolojik öğrenme ve özümseme kapasitesini sı­nırlandırmakta hem de teknolojik bağımlılığın sürekliliğine sebep olmaktadır. İmalat sanayiine yabancı sermaye akışını yönlendirecek tedbirle­rin alınması ve teşviklerin sağlanması teknolojik bağımlılığın azalmasına imkân tanıyabilse de bu süreçte çok uluslu firmaların AR-GE faaliyetle­rini merkez ülkede toplamaları ev sahibi ülkenin süreçten öğrenme sağlamasını engellemektedir.

Türkiye ekonomisinde yatırım malları itha­latının toplam sabit sermaye yatırımları içindeki payı hem teknoloji transferinin hem de tekno­lojik bağımlılık düzeyinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Sermaye (yatırım) malları it­halatının toplam sabit sermaye yatırımlarına ora­nı zaman zaman küçük düşüşler gösteriyorsa da 1998-2012 arasındaki dönemde artış göstermek­tedir. Bu artış hem teknoloji transferinin hem de teknolojik bağımlılığın arttığını ifade etmektedir.Ayrıca artış, transfer edilen teknolojinin yerli tek­noloji üretmeye yönelik bir öğrenme sağlamadı­ğı yönünde yorumlanabilir.Bu durumda Türk imalat sanayiinin, teknolojik öğrenmeye dayalı strateji ve politikalarla desteklenmesi gerektiği yönünde bir sonuca ulaşılmaktadır.

Türkiye’nin teknoloji transferine ilişkin önemli göstergelerinden bir diğeri ise ithala­tın mal gruplarına göre dağılımıdır. Bu dağılım 1990-2012 arası dönem için incelendiğinde, ser­maye (yatırım) malları ithalatının payının yüzde 14 ila 24 arasında, tüketim mallarının yüzde 5 ila 13 arasında dalgalandığı görülmektedir. Ara mal­larının toplam ithalat içindeki payının ise yüzde 64 ila 79 arasındadır. Bu gösterge teknolojinin yatırım malları ithalatı ile transfer edilmeye de­vam ettiğini göstermektedir. Ancak ara malının ithalat oranında belirgin bir düşüşün ve tüketim mallarının ithalat oranında belirgin bir artışın ol­maması, teknolojik öğrenmenin yeterince derin­leşmediğine işaret etmektedir.

Bir birim ürün imalatı için kaç birim ithal mal kullanılması gerektiğini gösteren üretimin ithalata bağımlılık oranını belirleyen iki temel dinamik bulunmaktadır.Bunlardan birincisi sektörlerdeki firmaların ithal girdi kullanımına yönelik eğilimleri olarak ifade edilirken, ikincisi ithal girdi bağımlılığı farklı olan sektörlerin veya firmaların büyüme oranları olarak ele alınmakta­dır.Firmaların daha fazla ithal girdi kullanımına yönelmesi ve/veya ithal girdi bağımlılığı yüksek sektörlerin diğerlerinden daha hızlı büyümesi durumunda, ekonomi genelinde ithalata bağım­lılık oranı artacaktır. Tersi durumda ise ithalata bağımlık oranı gerileyecektir.10

Ekonomi Bakanlığı’nın 2012 yılı verilerine göre, ithal girdi bağımlılığı en yüksek sektörler (1) kazanlar, makineler, mekanik cihazlar ve aletler, (2) demir ve çelik, (3) elektrikli makineve cihazlar, televizyon görüntü-ses kaydetme-verme cihazları; aksam ve parçaları (4) motorlu kara taşıtları, traktörler, bisikletler, motosik­letler ve diğer kara taşıtları; bunların aksam, parçalarının imalatı olarak sıralanmaktadır.11 Sonuç olarak Türkiye’nin makine ve teçhizat temelli teknoloji transferine yönelik öğrenme çabalarının ve teknolojik yetenek birikiminin arttırılması gerektiğine ve bu yönde teknolojik bağımlılığı azaltmaya yönelik strateji ve politi­kalara daha fazla ihtiyaç duyulduğu yönünde bir çıkarımda bulunulabilir.