Yeni Ekonomi: AR-GE ve İnovasyon
ERDAL TANAS KARAGÖL • HATİCE KARAHAN
Ar-Ge ve ekonomik büyüme arasındaki pozitif ilişki, bugüne kadar birçok akademik çalışmada gözler önüne serilmiştir. İçsel büyüme (endogenous growth) modellerinden ilham alan bu çalışmalar, ekonomik gelişimin uzun vadede esas olarak verimlilikle sağlanabileceği görüşünü emel almaktadır. Verimlilik artışı ise, ancak teknolojik gelişimle mümkün olmaktadır. Söz konusu alışmalar, yüksek verimlilik sağlayan tek-
Ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim arasındaki, verilerle etkisi onaylanmış bu modelden yola çıkarak, Ar-Ge’nin ekonomik büyüme için stratejik bir öneme sahip olduğu sonucuna varılmaktadır. Nitekim teknolojik gelişim, ancak ve ancak araştırma ve geliştirme çalışmalarıyla ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla bu zincir, Ar-Ge’yi verimliliğin ve nihayetinde ekonomik büyümenin altın anahtarı haline getirmektedir.
Bu bağlamda, sürdürülebilir ekonomik büyüme rakamlarına ulaşmak isteyen ülkelerin, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Ar-Ge ve inovasyona, stratejik planlarının tam merkezinde bir rol yükleyerek büyük miktarlarda kaynak aktardıkları ve bu yaklaşımın meyvelerini de orta ve uzun vadede topladıkları açıkça görülmektedir. Zira Ar-Ge sonucunda elde edilen ürün veya hizmetlerin yeni olmaları, farklılık yaratarak tüketim ve ihracatı, aynı zamanda şirketlerin karlılığını ve istihdamı artırmalarını sağlamaktadır.
Türkiye’nin Ar-Ge Performansındaki Gelişimi
Türkiye’de bilim ve teknolojiye yönelik ilk öne çıkan politikaların planlı ekonomiye geçiş dönemiyle birlikte başladığı söylenebilir. Bu bağlamda, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963- 1967) kapsamında alınan, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) kurulmasıyla ilgili karar bir dönüm noktası niteliğinde olmuştur. Bir diğer önemli adım ise 1983 yılında, uzun vadeli bilim ve teknoloji politikalarının saptanması, yürütülmesi ve koordinasyonu konularında destek sağlaması amacıyla, bilim ve teknoloji politikası ile ilgili ilk resmi yapılanma olan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) kurulmuş olmasıdır. Bu dönemden sonra devam eden bilim ve teknoloji politikaları oluşturma çalışmaları, özellikle “Türk Bilim Politikası 1983-2003” ve “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası 1993-2003” dokümanlarıyla da önemli bir boyut kazanmıştır. Ancak ortaya koyulan belgelerin, hedefleri bakımından tam olarak uygulamaya geçirildikleri söylenemez. Bunun nedenleri olarak, bilim ve teknoloji alanında paylaşılan bir ulusal vizyonun ortaya konulamamış ve önerilen politikaların ilgili bütün kesimler (siyasi erk, kamu, özel kesim ve üniversiteler) tarafından ortaklaşa sahiplenmelerinin sağlanamamış olması gösterilebilir.
Söz konusu dönemde politika süreçlerinde hedeflenen noktalara gelinememesi sonucunda, BTYK 13 Aralık 2000 tarihli toplantısında 2003-2023 yılları için Türkiye’nin Bilim ve Teknoloji Stratejileri Belgesi’nin hazırlanması kararını almış ve 2001 yılı sonunda ilgili proje “Vizyon 2023: Bilim ve Teknoloji Stratejileri” olarak belirlenmiştir. Bu dönemden sonra, ulusal ekonomide atılan kalkınma adımları ve hayata geçirilen reformlarla da paralel olarak, Türkiye bilim ve teknoloji çalışmaları konusunda net bir şekilde hız kazanmıştır. Yıllar boyunca atıl kalan ilgili çalışmaların ne denli aktif bir hale getirildiği, sadece BTYK toplantılarının gelişimine bakıldığında dahi kolayca fark edilmektedir. 1983- 2003 yılları arasındaki 20 yıllık sürede sadece 9 kez toplanan BTYK, sonraki 10 yıllık süreçte ise istikrarlı bir şekilde düzenlediği stratejik toplantılarla 17 kez düzenlenmiştir (Şekil 1).
Bu gelişmelerle birlikte, 2000’li yıllardaki kalkınma döneminde Ar-Ge çalışmalarına büyük bir önem verilmiş, stratejik politikalar belirlemenin yanı sıra, özel sektör ve üniversiteleri bu konuda özendirmek amacıyla çeşitli farkındalık ve teşvik mekanizmaları devreye sokulmuştur. Bugün özellikle TÜBİTAK kaynaklı olmak üzere çok çeşitli finansal destek programlarıyla Ar-Ge ve inovasyonda ivme kazanan Türkiye’de, aynı zamanda nitelikli insan gücü ihtiyacının giderilmesine katkı sağlamak amacıyla da, TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Dairesi Başkanlığı (BİDEB) tarafından etkili çalışmalara imza atılmaktadır.
Bu çalışmaların bir yansıması olarak, teknolojik çalışmalara yönelen gerek finansal gerekse beşeri kaynaklarda son 10 yılı aşkın dönemde ciddi artışlar gözlenmiştir. Bugün gelinen noktada bu kaynakların, Türkiye’nin 2023 ve sonrasında ulaşmayı hedeflediği seviyeler için henüz tam yeterli olmasa da, istikrarlı bir şekilde büyümeye devam ettiği görülmektedir.
İnsan Kaynakları
Bilim ve teknolojide gelişimin temel taşı olan, alanında eğitim almış nitelikli personelin toplam istihdamdaki payı, o ülkenin Ar-Ge ve inovasyon potansiyelini yansıtan en önemli göstergeler arasında sayılmaktadır. Türkiye’de bilim ve teknoloji alanında çalışanların payına bakıldığında, 2006 yılında yüzde 18,9 olan payın 6 yıl içerisinde yüzde 23,4 seviyesine yükseldiği görülmektedir (Grafik 11). Toplam istihdamın da ilgili yıllar arasında artmaya devam ettiği göz önüne alındığında, bu gelişme oldukça olumlu olarak değerlendirilmelidir. Nitekim veriler, 2006 yılında 3,2 milyon kişi olan bilim-teknolo-ji istihdamının 2012 itibariyle 4,8 milyona çıktığına, bir başka deyişle yüzde 50 artış kaydettiğine işaret etmektedir. Ayrıca, OECD ülkelerinde aynı oranın yüzde 25 civarlarında seyrettiği düşünüldüğünde, Türkiye’nin oldukça iyi bir yol kat ettiği anlaşılmaktadır.
Çalışma çağındaki nüfusun içindeki doktoralı birey oranının ülkeden ülkeye ciddi farklılıklar gösterdiği, Lüksemburg’da 1000 kişiden 28 kişi doktoralıyken, Letonya’da bu sayının 5’e düştüğü tespit edilmiştir. Türkiye’de ise bu oran, söz konusu verilerin son açıklandığı 2009 yılı itibariyle binde 2,4’tür. Dolayısıyla, Türkiye’nin bilim ve teknolojide uzmanlaşmanın bir göstergesi olan doktoralı çalışan sayısını ve oranını gerek ulusal programlar dâhilinde gerekse tersine beyin göçü kanalıyla artırmak için özel bir önem vermesi gerektiği ortadadır. Öte yandan, Türkiye’deki doktoralı nüfusla ilgili dikkat çekici bir gerçek, erkek ve kadınlardaki dağılımının eşit olmasıdır. Veriler dâhilindeki tüm diğer ülkelerde, erkek doktora derecesi olanların ağırlıklı payının, net bir şekilde kadınlardan yüksek olduğu, Türkiye’de ise bunun dengelendiği gözlenmektedir.
Araştırma ve geliştirmeye yönelik ulusal insan kaynakları potansiyelinin analiz edilmesinde en önemli göstergelerden olan, Ar-Ge personelinin toplam istihdam içindeki payının ise, Türkiye’de ekonomik dönüşümün başladığı 2002 yılı sonrasında hızla arttığı dikkat çekmektedir (Grafik 12). Bu bağlamda, 2002 yılında binde 1,51 olan pay, on yıl içerisinde binde 3,85 düzeyine erişmiştir. Bir başka deyişle, son verilere göre, ülkede çalışan her 1000 kişi içerisinde yaklaşık 4 kişi Ar-Ge alanında hizmet etmektedir. Bu gelişme umut verici olmakla birlikte, AB ortalamasının binde 11 olduğu ve Ar-Ge konusunda hızlı adımlar atan birçok ülkede 10 kişinin üzerine çıktığı düşünüldüğünde, Türkiye’nin personel konusunda da daha yüksek seviyeleri zorlaması gerektiği ortadadır.
Finansal Kaynaklar
Türkiye’de araştırma ve geliştirmeye ayrılan maddi kaynaklar da, son 10 yıllık dönemde gerçekleşen kalkınma sürecinde önemli ölçüde artırılmış ve teknoloji çalışmalarına ivme kazandırmıştır. Bu gelişmede hiç şüphesiz, yüksek borçların bertaraf edildiği ve disiplin altına alınan bir kamu maliyesi döneminin başlamış olması da etkili rol oynamıştır. Bu bağlamda, Türkiye’de Ar-Ge’ye yönelik olarak yapılan harcamaların yıllar içerisindeki genel durumu ile yükseköğretim ve özel sektörler çerçevesindeki gelişimlerini, ayrıca şirketlere verilen devlet desteğindeki son durumu incelemekte, gelişmeleri analiz etmek açısından fayda vardır.
Türkiye’de Ar-Ge çalışmalarına yapılan harcamalar, 2000’li yılların başında mutlak değer bazında artmakla birlikte, GSYH’deki artış hızına yetişememiş ve milli gelir içerisindeki payı bu dönemde yüzde 0,5 dolaylarında durağan bir seyir izlemiştir. Ar-Ge harcamalarının GSYH’ye oranı, ilk gözle görülür artışını 2005 yılında gerçekleştirerek yüzde 0,59’a ulaşmış, sonrasında da genel itibariyle kademeli olarak artarak 2012 yılında yüzde 0,92 olmuştur. Bu minvalde, 2001 yılında 1,3 milyar TL seviyesinde olan Ar-Ge harcamaları, söz konusu dönemde kriz yılları da dâhil olmak üzere cari rakamlar bazında istikrarlı bir şekilde yükselmiş ve 2012 itibariyle 13,1 milyar TL’ye ulaşmıştır (Grafik 13).
Aynı dönemdeki ulusal Ar-Ge harcamaları sektörel olarak ele alındığında ise, özel sektöre doğru bir eksen genişlemesi göze çarpmaktadır. Nitekim dönemin başında Ar-Ge harcamalarında ağırlıklı olarak yükseköğretim sektörünün rol oynadığı, özel sektörün ise oldukça geride kaldığı görülmektedir. 2001 yılında yükseköğretim sektörünün GSYH içinde harcama payı yüzde 0,32 iken, bu oran özel sektör için yüzde 0,18 olmuştur (Grafik 14). Şirketlerin Ar-Ge’ye ayırdıkları bütçelerdeki artış ile birlikte 2005 sonrasındaki yıllarda özel sektör bu alanda harekete geçmiş ve payını yükseltmeye başlamıştır. İstikrarlı bir şekilde yükselen özel sektör Ar-Ge oranı 2012 yılıyla yüzde 0,41 seviyesine ulaşırken, üniversite araştırmalarındaki bütçelerin oranı daha yavaş ve inişli çıkışlı bir gelişme izleyerek aynı dönemde yüzde 0,4’e yükselmiştir. Bir diğer ifadeyle, ekonomik büyümeyle birlikte özel sektör Ar-Ge’de ciddi bir ivme yakalayarak milli gelir içerisindeki payını 2 katın üzerine çıkarmış, yükseköğretim ise aynı performansı sergileyemeyerek küçük bir artış kaydedebilmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin son kalkınma dönemindeki araştırma geliştirmelerine yöneltilen finansal kaynaklardaki artışın, büyük ölçüde özel sektör tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, devletin özel sektör Ar-Ge harcamalarına verdiği dolaysız destek oranları da söz konusu dönemde artış göstererek, 2001 yılındaki yüzde 3,3 seviyesinden 2011 yılındaki yüzde 8,9 düzeyine erişmiştir. Bir diğer ifadeyle, özel sektörün her 100 TL’lik Ar-Ge harcamasında devletin katkısı dönem başında 3,3 TL iken, bu, 10 yıl içerisinde 8,9 TL’ye yükselmiştir. Bu oranın OECD grubunda yüzde 8,6, AB-28’de ise yüzde 7,1 olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’nin oldukça iyi bir seviyede devlet desteği yaptığı söylenebilir.
Kriz ve sonrasındaki 2008-2011 arasındaki dönem özel olarak incelendiğinde ise, devletin dolaysız olarak yaptığı finansal desteklerin yıllık bazda yüzde 6,9 oranında büyüme kaydettiği görülmektedir. Bununla birlikte, devlet Ar-Ge alanında vergiler kanalıyla sunduğu dolaylı avantajları da ciddi şekilde artırmıştır. Yine 2008-2011 dönemi çerçevesinde ele alındığında, vergi kolaylıklarında yıllık artışın yüzde 49,3 olduğu ve bu hızla dünya genelinde birçok ülkeyi geride bıraktığı tespit edilmektedir.
Türkiye’de AR-GE çıktılarına ilişkin göstergeler
Ar-Ge çalışmalarının ürüne dönüşmesinde önemli bir gösterge olan patent başvurularının, Türkiye’nin son 10 yıllık döneminde önemli atılımlar yaptığını söylemek mümkündür. Nitekim 2001 yılında sayısı sadece 358 olan ulusal patent başvuruları ekonomik büyüme sürecinde hızlı bir şekilde artmış ve 2012 yılında 4.833 seviyesine gelmiştir (Grafik 15). Bunun yanı sıra, Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) 2013 Raporu’na göre, Türkiye 2012 yılında patent, marka ve tasarım kategorilerinin üçünde de, çift haneli büyüme rakamları kaydetmiştir. Bu sevindirici gelişmelerle beraber, bir teknolojik gelişmişlik göstergesi olan ve Ar-Ge çalışmalarının ticarileştirilip hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynayan patent konusunda dünyayla yarışabilir bir hale gelmek için daha büyük hamleler yapmak gerektiği de ortadadır.
WIPO verilerine göre patent başvurularının yapıldığı teknoloji alanları incelendiğinde ise, ortaya Grafik 16’da sergilenen tablo çıkmaktadır. Diğer yandan kategorize edilen alan hariç tutulduğunda, Türkiye 1998-2012 yılları arasında yaptığı patent başvurularının en büyük bölümünü yüzde 12,2 ile tüketim ürünleri grubunda yapmıştır. Dünya genelinde aynı dönemde öne çıkan teknolojiler anlamında bakıldığında ise, daha küçük oranlarda olmakla birlikte, ecza ürünleri, medikal teknoloji, ulaştırma, elektrikli makineler gibi farklı sektörlere de yönelme olduğu görülmektedir.
Öte yandan, bir diğer Ar-Ge çıktısı olan akademik yayın sayısı da, Türkiye’de 2003-2011 arasındaki dönemde 220.000 olmuş17, Türkiye bu rakamla dünya sıralamasında 19. sırada yer almıştır.
AR-GE, İnovasyon ve 2023 Hedefleri
Türkiye, yukarıdaki veriler dâhilinde detaylı olarak ele alındığı üzere, Ar-Ge ve inovasyon konusunda geçen 10 yıl süresince oldukça ciddi ilerlemeler kaydetmiştir. Bununla birlikte, üyesi bulunduğu OECD ülkeleri arasındaki sıralamalarda henüz gerilerde yer almaktadır. Öte yandan, orta gelir tuzağına yakalanmadan yoluna devam etmesi ve 2023 hedefleri doğrultusundaki GSYH ve ihracat rakamlarına ulaşması için, Türkiye’nin Ar-Ge ve inovasyon alanında daha büyük hamleler yapması, stratejik boyutu olan kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Ar-Ge yatırımları uzun yıllardır büyük miktarda olan ülkeler günümüzde bilim ve teknoloji alanında büyük adımlar atmış, sanayi ve üretimleri ile küresel piyasada rekabet edebilirliklerini sağlamlaştırmıştır. Ar-Ge harcamalarının GSYH’ye oranı 2011 yılında Güney Kore’de yüzde 4,4 seviyesinde gerçekleşmiştir. Aynı zamanda ABD’de yüzde 2,8 ve Finlandiya’da yüzde 3,5 olarak gerçekleştirilmiştir Türkiye’de ise Ar-Ge’ye aktarılan kaynak gelişmiş ülkelere nispeten düşük kalmış ve son yıllarda artmasına rağmen bu oran halen yüzde1’in altında seyretmiştir (Grafik 17).
Bu nedenle, Türkiye’de Ar-Ge ve yenilik faaliyetlerine sağlanacak teşvik ve destekler, sürdürülebilir büyümenin istikrarlı bir biçimde sağlanabilmesi açısından hayati önem arz etmektedir. Türkiye’nin gerek ekonomik büyümede istikrar sağlaması gerekse 2023 hedeflerini yakalaması için Ar-Ge’ye ağırlık vermesi ve bu alana aktarılan kaynağı arttırması gerekmektedir. Özellikle Türkiye’nin 2023’te ilk 10 ekonomi içerisinde yer alması hedefine yönelik politika belirlerken, gelişmiş ülkelerin ekonomik sıçramalarını göz önünde bulundurulmalıdır. Dolayısıyla, Türkiye’nin başarılı ülke örneklerini dikkate alarak Ar-Ge alanına daha fazla ağırlık vermesi gerekmektedir. Türkiye’de son yıllarda büyümeye katkıda bulanan ihracata, Ar-Ge sonucu ortaya çıkacak yüksek katma değerli üretimin eklenmesi ile uzun dönemde hedeflenen büyüme oranlarına ulaşılması daha kolay olacaktır.
Bu minvalde gerekli kaynakları niceliksel olarak artırmanın yanı sıra, politikaların nitelikleri ve boyutları anlamında da neler yapılabileceğini irdelemek gerekmektedir. Bu noktada, yukarıda bilim ve teknoloji alanında örnek ülkeler olarak incelenen Güney Kore ve Finlandiya’nın başarısının temelinde yatan bazı temel stratejileri göz önünde bulundurmak, faydalı olacaktır. Bilim ve teknolojide söz sahibi olan birçok ülke gibi, G. Kore ve Finlandiya’nın Ar-Ge çalışmalarının başlangıç safhalarında güçlü bir nitelikli işgücü olduğunun altı çizilmelidir. Bu ülkelerin teknolojik gelişim süreçlerine alanlarında yetişmiş hatırı sayılır büyüklüklerde profesyonel ekiplerle başlamış olmaları, stratejik alanlarda hızla ilerlemelerini sağlamıştır. Nitekim araştırma-geliştirme çalışmalarının anahtar unsuru, hiç şüphesiz insan kaynaklarıdır. Bununla birlikte, gerek G. Kore gerekse Finlandiya, hâlihazırda sahip oldukları bu kadrolarla da yetinmeyerek sürekli olarak teknolojik insan gücü yetiştirmeye ve bu minvalde doktora programlarına önem vermeye devam etmektedir. Dolayısıyla, her iki ülke içinde, üstün Ar-Ge performansının arkasında yatan ana faktörün eğitim olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Bu nedenle de, bilim ve teknoloji politikalarının şekillenmesinde eğitim ile ilgili stratejiler büyük rol oynamaktadır.
Bu bağlamda Türkiye’deki duruma bakıldığında ise, son 10 yıllık dönemde beşeri sermayenin Ar-Ge’deki yoğunluğunun artması anlamında gözle görülür bir gelişme gözlense de, bunun hedeflenen seviyelere gelmek için hızla geliştirilmeye devam edilmesi gerektiği de ortadadır. Buradan hareketle, Türkiye’nin bu noktadan sonra ivme kazandırması gereken bilim ve teknoloji politikalarında, eğitime özel bir yer ayrılması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, Finlandiya’nın inovasyon sıralamasında dünya lideri olmasında, ilgili politikaların sağlıktan eğitime, demokrasiden kültüre birçok alandaki gereklilik ve ihtiyaçlarla ilişkilendirilmiş olması büyük rol oynamıştır. Bilim ve teknoloji çalışmalarının toplumla harmonize edilmiş bir şekilde sürdürülmesiyle ortaya çıkan bu “sosyal inovasyon” uygulaması, Finlandiya’nın teknolojiyle sosyal bilimleri bir araya getirdiği örnek alınacak bir bakış açısı olmuştur.
Eğitim ve sosyal inovasyon temelinde değinilen bu iki ana husus, esas itibariyle Türkiye için bilimsel ve teknolojik gelişim sürecinde bir nevi arka planda kalmış “sosyal bilimlerde Ar-Ge” gerçeğine parmak basmaktadır. Örneklerin de işaret ettiği gibi, teknolojik Ar-Ge, kendisini tamamlayıcı nitelikte olan sosyal boyutuyla el ele gitmek durumundadır. Eğitim örneğinden yola çıkılacak olursa, teknolojik gelişimin temelindeki insan gücünün eğitimi konusundaki ana politikaların belirlenmesinde bu konuda uzmanlaşmış sosyal bilimcilerin bilimsel çalışmalar yapmasından daha doğal ve etkili bir çözüm düşünülemez. İşte bu nedenle, Ar-Ge çalışmaları bağlamında, yalnızca mühendislik ve doğa bilimleri anlamında değil, sosyal bilimler kapsamında da uyumlu çalışmalar yapılması hususu, uzun vadeli politikaların şekillenmesinde önemle dikkate alınmalıdır. Bu çerçevede yapılacak çalışmalar, Türkiye’nin teknolojik gelişiminde bir diğer engel olan ve özellikle özel sektörde eksikliği görülen Ar-Ge ve inovasyon kültürünün geliştirilmesinde de etkin rol oynayacaktır.
Sosyal bilimler çerçevesinde yapılması gereken söz konusu Ar-Ge çalışmalarının şekillenmesi bir yana, aynı zamanda finansal olarak da desteklenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, üniversitelere verilen desteklerin yanı sıra, bu konularda yetkinliğini kanıtlamış etkin düşünce kuruluşlarının da teşvik edilmesi, çalışmaların daha etkili yürütülmesini sağlayacaktır. Ancak bugün özellikle TÜBİTAK bünyesindeki Ar-Ge ve inovasyon programlarına bakıldığında, bunların ağırlıklı olarak sanayi ve üniversitelere yönelik olduğu ve yeni bir ürün üretilmesi, mevcut bir ürünün geliştirilmesi veya iyileştirilmesi, ürün kalitesi ya da standardının yükseltilmesi, maliyet düşürücü ve standart yükseltici yeni tekniklerin geliştirilmesi, yeni üretim teknolojilerinin geliştirilmesi konularında yürütülen projeleri desteklediği görülmektedir. Dolayısıyla, belirlenecek politikalarda sosyal inovasyon konseptinin benimsenerek ilgili bilim alanlarının da strateji belirlemede rol oynayacağı ve aynı zamanda maddi olarak destekleneceği bir uygulamayı hayata geçirmek ve bu çerçevede etkin düşünce kuruluşlarını da sistemin içine dâhil etmek büyük faydaları beraberinde getirecektir.