AB’nin 2020 Türkiye Raporu: Donmuş Müzakere Sürecine Tutulan Ayna
Çisel İleri, İktisadi Kalkınma Vakfı Araştırma Müdürü
Avrupa Komisyonu 6 Ekim 2020 tarihinde Türkiye ve diğer aday ülkelere ilişkin ülke raporlarının yer aldığı Genişleme Paketi’ni açıkladı. 2015 yılından beri ülke raporu, öncesinde ilerleme raporu olarak adlandırılan bu raporlarla Komisyon son bir yıl içerisinde aday ülkedeki gelişmeleri üyeliğin ön koşulu olan Kopenhag kriterleri merceğinden inceleyerek bir sonraki yıl yapılması gerekenleri sıralıyor.
22’ncisi yayımlanan Türkiye Raporu ülkemizde resmi kurumlar nezdinde tepki, kamuoyu tarafındaysa çok az bir ilgiyle karşılandı. Aslında uzun süredir Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin siyasi gerginlikler ekseninde ele alındığı ve katılım müzakereleri sürecinin ise durma noktasına geldiği düşünüldüğünde raporun içeriğine gösterilen ilginin az olması şaşırtıcı değildi. Öte yandan AB tarafından bakıldığında ise ülke raporlarının açıklandığı 6 Ekim 2020, geriye kalan 364 gün unutulan Türkiye’nin katılım müzakereleri sürecinde bir ülke olduğu gerçeğinin kısa bir süre olsa da hatırlanmasına vesile oldu.
Türkiye Raporu Neleri İçeriyor?
2020 Türkiye Raporu’nun bazı anahtar kelimelerle kısa bir özetini yapmak gerekirse 26 kez “geriye gitme”, 38 kez “ilerleme yok”, 33 kez “biraz ilerleme” 8 kez ise “iyi ilerleme” ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz. Türkiye’nin AB için hala kilit bir ortak olduğunu belirterek başlanan raporda 2016’dan beri olduğu gibi ülkemizin 3,6 milyondan fazla Suriyeli kayıtlı mülteciye ve yaklaşık 370 bin Suriyeli olmayan kayıtlı mülteciye ev sahipliği yapma konusundaki muazzam çabalarını sürdürdüğü ifade ediliyor.
Raporda, Temmuz 2018’de olağanüstü halin (OHAL) kaldırılmasına rağmen, iki yıl süren OHAL’in, demokrasi ve temel haklar üzerinde olumsuz etkilerinin sürdüğü, etkili bir kuvvetler ayrılığı mekanizmasının yokluğunda, yürütme organının demokratik hesap verebilirliğinin seçimlerle sınırlı kaldığı, bu koşullar altında, demokratik standartlara, hukukun üstünlüğüne ve temel özgürlüklere saygı alanındaki ciddi gerilemenin devam ettiği söyleniyor. Kamu yönetimi reformu alanında gerilemeden bahsedilirken yargının sistematik bağımsızlığına ilişkin endişeler de vurgulanıyor. Genel olarak bakıldığında Kopenhag siyasi kriterlerine uyumda son yıllarda gerileme olduğu görülüyor.
Raporda Türkiye ekonomisine ilişkin yapılan tespit ise oldukça gelişmiş bir ekonomi olduğu; ancak, raporlama döneminde hiç ilerleme göstermediği ve işleyişine ilişkin ciddi endişelerin devam ettiği şeklinde. Kayıt dışı sektörün büyüklüğü, fiyat belirleme mekanizmalarına devlet müdahalelerinin devam etmesi, devlet yardımı uygulama kuralları, şeffaflık ve kurumsal yapı eksikliği dikkat çeken diğer hususlar. Özellikle gençler ve kadınlar arasındaki yüksek işsizlik oranlarına, azalan istihdama, düşük işgücü hareketliliği ve kayıt dışı istihdamın fazlalığına dikkat çekiliyor.
Raporda 35 fasıl altında düzenlenen AB müktesebatını üstlenme kapasitesine ilişkin yapılan değerlendirmede Türkiye’nin, sınırlı bir hızla ve parçalı şekilde de olsa, AB müktesebatına uyum sağlamayı sürdürdüğü söyleniyor. Rapor döneminde devlet yardımlarının artması ve şeffaflığın olmaması nedeniyle rekabet, bilgi toplumu ve medya, ekonomik ve parasal politika, gümrük birliği, dış ilişkiler ve dış, güvenlik ve savunma politikası fasıllarında gerileme yaşandığı tespiti yapılıyor. Türkiye, şirketler hukuku, Trans-Avrupa Ağları, bilim ve araştırma fasıllarında AB müktesebatına uyumda oldukça ileri düzeyde; malların serbest dolaşımı, fikri mülkiyet hukuku, finansal hizmetler, işletme ve sanayi politikası dâhil olmak üzere birçok fasılda ise iyi bir hazırlık düzeyinde. Kamu alımları, sermayenin serbest dolaşımı, taşımacılık politikası, enerji, vergilendirme, ekonomik ve parasal birlik, istatistik fasıllarında ise kısmen hazırlıklı. Ancak tüm alanlarda mevzuatın uygulanmasına daha fazla önem verilmesi gerekirken, birçok alanda AB müktesebatına uyum sağlamak, düzenleyici makamların bağımsızlığını güçlendirmek ve idari kapasiteleri geliştirmek için ilerleme kaydedilmesi gerektiği belirtiliyor.
Kuşkusuz 2020 Türkiye Raporu’nun en fazla öne çıkan kısmı ise bir süredir Türkiye-AB ilişkilerini doğrudan etkileyen Doğu Akdeniz ve Türkiye-Yunanistan gerginliği oldu. Türkiye’nin dış politikasının, Ortak Dış ve Güvenlik Politikası kapsamındaki AB öncelikleriyle giderek daha fazla çakıştığı tespitinde bulunan Komisyon, Türkiye’nin GKRY’nin Münhasır Ekonomik Bölgesi’ndeki hidrokarbon kaynaklarından yararlanma hakkına meydan okuyan yasa dışı eylemleri ve kışkırtıcı açıklamalarının bir sonucu olarak Doğu Akdeniz bölgesindeki gerginliklerin raporlama döneminde daha da artığını ifade ediyor. Bunun yanında GKRY ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda ilerleme kaydedilmediği, Kasım 2019’da Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasındaki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin ikili Mutabakat Muhtırası’nın imzalanmasının, söz konusu bölgedeki Yunanistan adalarının egemenlik haklarını görmezden geldiği için Doğu Akdeniz’de gerginliği artırdığı ve bu rapor döneminde Türkiye’nin Yunanistan’a yönelik kışkırtıcı eylemlerinde keskin bir artış olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla Komisyon tarafından AB dayanışması adı altında kullanılan bu yapıcı olmaktan ve mevcut sorunların çözümüne katkı sağlamaktan uzak dilin, 2020 Türkiye Raporu’na ilişkin Türk yetkililerin açıklamalarında en fazla eleştirilen konu olması şaşırtıcı değil.
Rapora Türkiye’nin Tepkisi
Türkiye’nin Avrupa Komisyonunun 2020 Türkiye Raporu’na ilişkin tepkisi bir basın açıklamasıyla kamuoyuyla paylaşıldı, bu açıklamada bu sene de AB’nin önyargılı, yapıcılıktan uzak ve çifte standartlı yaklaşımını yansıttığı vurgulandı.
Dışişleri Bakanlığı açıklamasında “Türkiye her şeyden önce, bazı AB çevrelerince sergilenen dar görüşlü tutumlar nedeniyle müzakere süreci engellenen ve buna rağmen bu sürece sahip çıkan bir aday ülkedir. AB’den uzaklaşmadığı gibi, bazı çevrelerin uzaklaştırma çabalarına rağmen AB üyelik sürecine bağlıdır. Komisyonun Raporda bunu güçlü bir şekilde vurgulaması ve genişleme stratejisinde ve uygulamada aday ülkeler arasında “Batı Balkanlar” ve Türkiye şeklinde ayrım yapmaması beklenirdi” ifadeleriyle son dönemde AB içerisinde Türkiye’nin katılım müzakereleri sürecinde bir ülke olduğunun söylenmesinden bile imtina edilen yaklaşım eleştirildi.
Dış politika ve Doğu Akdeniz’deki bölümlerin Yunan-Rum tezlerine dayandığı, bu durumun Komisyonun tarafsızlığına leke düşürdüğü belirtilirken, Yunan-Rum ikilisinin, AB-Türkiye ilişkilerini bu raddede rehin alabilmesinin, Birliği stratejik akıl ve vizyondan uzaklaştırdığı, AB’nin çıkarlarına da zarar verdiği güçlü biçimde vurgulanıyor.
Rapor Sonrası Türkiye-AB İlişkileri
Aslında Türkiye Raporu’nda öne çıkan Doğu Akdeniz’deki gerginlik 1 Ekim 2020 tarihinde bir araya gelen AB liderleri tarafından ele alınmış, toplantı sonrasında yapılan açıklamada AB Konseyi’nin, Yunanistan ve GKRY’ye yönelik yasa dışı faaliyetleri durdurma yönünde yapıcı çabalar sürdürüldüğü takdirde, özellikle Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve ticaretin kolaylaştırılması, toplumlar arası temaslar, üst düzey diyaloglar ve 2016 Türkiye-AB Uzlaşısı doğrultusunda göç konularında işbirliğinin sürdürülmesine odaklanan pozitif bir Türkiye-AB siyasi gündemi başlatma kararı yer almıştı.
Bu karar kuşkusuz son dönemde siyasi gerginlikler üzerinden yürüye(meye)n Türkiye-AB ilişkileri açısından bardağın dolu tarafına tekrar bakmak isteyenler için bir umut doğurdu. Karşılıklı güvensizliklerin yansıdığı ve giderek kaybet-kaybet senaryosunun derinleştiği Türkiye-AB ilişkilerinde her iki tarafın da daha umutlu ve yapıcı olmaya ihtiyacı olduğu açık. Ancak her rapor döneminde tekrar hatırlattığımız ve giderek daha fazla göze batan, ikili ilişkilere zarar veren tutumların değişmesi gerektiği de ortada. Bu seneki Türkiye Raporu tıpkı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi ülkemiz için reform sürecine geri dönmenin ne derece önemli ve ivedi olduğunu gösteriyor. Avrupa Komisyonunun Türkiye açısından bakış açısı sorunlu bir fotoğraf çekmiş olduğu düşünülse de, yine de o fotoğrafa dikkatle bakmak, eksiklerimizi tespit etmek, müktesebat uyumunda yol almak, yapılan reformları iç kamuoyunda anlatmak ve sürece sahip çıktığımızı kendi vatandaşlarımıza göstermek gerekiyor. Katılım müzakerelerine başlanılan 2005 yılında asıl müzakerenin Brüksel’de masada değil içeride kendi ülkemizde, ilgili tüm tarafları bu hedefe inandırarak olacağını söyleyen Türkiye’nin bugün bu sürece vatandaşlarının inancını kuvvetlendirmesi gerekiyor. Nitekim İKV olarak yaptığımız kamuoyu araştırmaları her yıl bize bir gün ülkemizin AB üyesi olacağına duyulan inancın AB üyeliğine desteğin çok altında kaldığını gösteriyor. Diğer tarafta kuşkusuz bu raporun AB tarafına da müzakere ruhuna aykırı hareket etmeyi bırakması, tüm aday ülkelere eşit mesafede, daha adil bir tutum benimsemesi gerektiğini, aksinin üzerine ısrarla vurgu yapılan AB değerlerinin inandırıcılığına büyük zarar verdiğini, ilk başta AB’nin kendi politikalarını yıprattığını hatırlatması gerekiyor. Bugün gelinen noktada Türkiye’deki pek çok kesimin, özellikle de sivil toplum temsilcilerinin, insan hakları savunucularının ısrarla vurguladığı 23 ve 24’üncü fasılların müzakerelere açılmaması, ortaya sürülen tüm gerekçeler ve açıklamalar değerlendirildiğinde bile AB açısından istenilen sonucu getirmiyor. Öte yandan genişleme politikası başta olmak üzere pek çok alanda Türkiye’yi adeta yok sayan tavır, AB’nin Türkiye’deki inandırıcılığı ve saygınlığına darbe vururken kendi bölgesindeki sorunları çözebilen bir güç olmasını da engelliyor. Neticede AB dönem başkanlığı programında ya da Genişleme Paketi açıklanırken gerçekleşen basın toplantısındaki resmi konuşmada Türkiye’nin yer almaması, Avrupa Komisyonu Başkanı von der Leyen’in Birliğin Durumu konuşmasında sadece bir komşu ülke olarak atfedilmesi AB’nin dönüştürücü ve değiştirici gücünü yeniden kazanmayı isteyip istemediğiyle ilgili bir soru haline de geliyor. Kısaca siyasi görmezden gelme de en az siyasi körlük kadar ilişkilere zarar veriyor. Hâlbuki her iki taraf birlikte bölgesel barışa ve refahın artmasına, küresel güç dengesinin sarsıldığı bu dönemde istikrarlı bir merkez yaratılmasına, COVID-19 salgınının bir kez daha tüm dünya vatandaşları için altını çizdiği çevrenin korunması, iklim değişikliği ile mücadele, yeşil dönüşüm ve sürdürülebilirlik ve elbette dayanışma temellerinde daha iyi bir geleceğe hizmet edebilir. KASIM 2020