Türkiye-ABD Ilişkileri Ve Yeni Abd Yönetimi

GİRİŞ

Trump yönetimini Türkiye ile ilişkilerde zor bir dönem beklemektedir. İki ülke arasında yaşanan problemlerin önemli bir bölümü Amerikan dış politikasındaki genel ve yapısal meselelerle ilgi­li olmakla beraber daha büyük bir bölümü son dönemde yaşanan gelişmelerle ilgilidir. Genel ve yapısal problemler ABD’nin son dönemde müttefikleriyle ilişkili olarak gelişmiştir. Özellik­le Obama döneminde Washington müttefikleri ile ilişkilerinde oldukça inişli çıkışlı bir dönem yaşamıştır. Müttefikler arasında ABD’nin dış politikasındaki zikzaklar ve söylem ile eylem ara­sında yaşanan fark ciddi bir güvensizlik ortamı yaşanmasına sebep olmuştur. Bu gelişmeler de elbette Amerika’nın eskisi kadar güvenilir bir or­tak olmadığı ve özellikle güvenlik meselelerinde bölgesel aktörlerin daha etkin bir rol oynaması gerektiği düşüncesini yerleştirmiş bulunmakta­dır. Bu genel kanı füze savunma sistemi ertelen­diği için Polonya, toprak bütünlüğü konusun­daki ABD taahhüdündeki problemler nedeniyle Japonya, İran’la nükleer anlaşma sebebiyle Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve İsrail gibi ABD’nin birçok geleneksel müttefikiyle ilişkilerinde gö­rülmektedir.

Washington’ın müttefiklerini yüz üstü bı­raktığı ya da tehlikeye attığı şeklindeki açıkla­malar, ABD’nin müttefikleriyle olan ilişkilerini açıklamada sıklıkla kullanılan söylemler hali­ne gelmiştir. ABD müttefikleri, Washington’ın bölge ülkelerinin yaşadığı sorunları anladığını ve kaygılarına saygı duyduğunu artık hissetme­mektedir. Daha açık belirtmek gerekirse Başkan Obama’nın ifadeleri ve son zamanlarda yöneti­cilerinin yaptığı açıklamalar müttefiklerle ilişki­lerde kayıtsızlığı, duyarlılığın olmadığını, bazı durumlarda ABD’nin müttefiklerinin kaygılarını paylaşmadığını göstermektedir. Müttefikleri bir yük ve “bedavacı” olarak tasvir eden yorumlar, ABD ile ilgili güvensizlik duygusunu derinleşti­rebilir ve yeni bir ittifak ve ortaklık ilişkisi modeli ortaya çıkmasına sebep olabilir.

ABD müttefikleri açısından yaşanan bu ge­nel krizler ABD-Türkiye ilişkileri için de geçerli­dir. Tıpkı diğer müttefiklerle ilişkilerinde olduğu gibi ABD’nin Türkiye’nin güvenlik kaygılarına karşı kayıtsız kalma durumu ve bunun yanın­da Türkiye’deki ciddi krizlere hızlı ve acil cevap vermede yaşanan başarısızlık ve 15 Temmuz’daki darbe girişimini idrak edememe ikili ilişkilerde ciddi sorunları da beraberinde getirmiştir. İki ülke arasındaki karşılıklı ilişkilerde özellikle Bush yıllarından bu yana dalgalanmalar olmasına rağ­men Haziran 2013’te meydana gelen Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nden sonra ilişkiler giderek kö­tüleşmiştir.

Başkan Obama Beyaz Saray’a çıktığı zaman ABD-Türkiye ilişkileri en problemli dönemle­rinden birini yaşamaktaydı. ABD’nin Irak’ı işgal kararı ve Türkiye Parlamentosunun ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a girmesini engelleyen 1 Mart tezkeresi ile başlayan kriz, çuval hadisesi ile en sorunlu dönemlerinden birine girmişti. İki ül­kenin Bush yönetiminin son yıllarında ilişkileri düzeltmek için girişimde bulunmasına rağmen bu çabalar çok geç ve çok cılız kalmıştır. Başkan Obama Türkiye ile ilişkileri öncelikli hale getiren bir gündemle görev süresine başladı. İlk dönemi boyunca Obama ile Erdoğan arasındaki yakın ilişki ve “model ortaklık” söylemi iki ülke ara­sındaki ilişkilerin tarihin en iyi dönemlerinden

birinden geçtiğini göstermiştir. Fakat Obama başkanlığının ikinci döneminin başlamasıyla iki ülke bölgesel sorunlar üzerinde ciddi anlaşmaz­lıklar yaşamaya başlamıştır.

Suriye’deki çatışmaya ilişkin uyuşmazlık ve 2013 yılında Mısır’daki darbe sonucunda yaşa­nan anlaşmazlık ikili ilişkilerdeki önemli ayrış­ma alanları olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise Kobani kriziyle birlikte Suriye konusunda gerginlik artmıştır. ABD’nin Türkiye’nin po­zisyonuna yönelik eleştirileri, Türkiye’nin ise ABD’nin YPG’ye askeri destek sağlamasına ses yükseltmesi iki ülke ilişkilerinin tarihi açısından en büyük güven bunalımlarından birine sebep olmuştur. Türkiye tarafından terör örgütü olarak nitelendirilen YPG’ye verilen askeri desteğin or­taya çıkarabileceği güvenlik riski Amerikan yö­netimi tarafından yeterince dikkate alınmamıştır.

ABD PYD’ye olan uyarılarının örgütün Su­riye’deki hırslarını ve Türkiye’ye karşı potansiyel saldırılarını durdurma konusunda yeterli ola­cağını öne sürmeye devam etmiştir. Bu süreçte YPG’nin ana kolu olan PKK bir yandan Türki­ye’de saldırılarını artırırken YPG de sınır boyun­ca Kuzey Suriye’de nüfus mühendisliği çalışma­sını hızlandırmıştır. Dahası Türkiye’nin krizin başından bu yana kırmızı çizgi olarak kabul ettiği bölgede Fırat Nehri’nin batısına da geçecek bir yayılma ABD’nin desteklediği YPG birlikleri ta­rafından gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Özellik­le Fırat Kalkanı Harekatı sonrasında YPG güçleri­nin Türk birliklerini hedef alan saldırıları mevcut durumdaki iki ciddi sorunu ortaya çıkarmıştır. Birincisi YPG’nin Türk unsurlarına saldırmaya­cağı konusundaki düşünce ortadan kalkmıştır. İkincisi de Biden’ın Ankara’da YPG’ye yaptığı uyarıya rağmen örgütün Fırat’ın doğusuna çekil­memesi ABD’nin verdiği güvenceler konusunda da ciddi soru işaretlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunlarla birlikte PKK’nın son zaman­larda Türkiye’ye karşı giriştiği saldırılarda ortaya çıkan Kuzey Suriye bağlantısı orta vadede ABD ile Türkiye ilişkileri için ciddi bir sorun yaratacak duruma gelebilir.

ABD’nin Kuzey Suriye’de YPG’ye aşırı ba­ğımlılığının yanında ABD-Türkiye ilişkileri son beş yılda Suriye’nin geleceğine ilişkin an­laşmazlıklar yüzünden de defalarca gerilmiştir. Suriye’deki protesto gösterilerinin başında hem Ankara hem de Washington meseleye öncelikle diplomatik bir çözüm bulmaya çalışmıştı. Ancak bu çabaların sonuç vermemesi üzerine iki ülke hemen hemen aynı zaman diliminde Esed reji­mine karşı bir pozisyon almıştı. Ancak özellikle 2012 yılından itibaren iki ülke arasında Suriye konusunda yaşanan fikir ayrılıkları kimyasal silah saldırılarından sonra daha fazla derinleş­miştir. ABD hükümetinin Suriye politikasında gösterdiği kararsızlık Türkiye ile birlikte bölge­de diğer müttefiklerin de kafasını karıştırmış ve ABD ile ilişkilerde karşılıklı güvenin ciddi bir şekilde sarsılmasına sebep olmuştur. Bu dönem­de mülteciler için güvenli bölge ve muhalefet güçleri için eğit-donat programı gibi Türkiye’nin birçok önerisi ABD tarafından yeterince dikkate alınmamıştır. DEAŞ’ın ortaya çıkmasıyla birlik­te bu konuda izlenecek taktik ve operasyonlar konusunda ciddi soru işaretleri doğmuştur. Son aylarda özellikle Halep’te yaşanan insani trajediye oldukça kayıtsız kalan ABD yönetimi Suriye me­selesinde muhtemel iş birliği imkanları konusun­da ciddi bir kafa karışıklığının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bu süreçte son olarak ikili ilişkileri derin­den etkileyen başka bir faktör 15 Temmuz darbe girişimidir. Özellikle darbe sırasında gelen me­sajların tonu ve seçilen kelimeler Türk halkında ABD’nin “bekle ve gör” politikasını uyguladığı algısını oluşturmuştur. Başkan Obama’nın kal­kışmayı takiben Türk mevkidaşını aramak için dört gün beklemesi ve ilk siyasi ziyaretin Başkan Yardımcısı Biden tarafından darbe girişiminden 40 gün sonra gerçekleştirilmesi bu durumu daha da zor bir yola sokmuştur. Darbe sonrasında ise FETÖ lideri Gülen’in Türkiye’ye iadesi konu­sunda iki ülke arasında yaşanan anlaşmazlık iliş­kilerin daha ciddi bir şekilde etkilenmesine sebep olmuştur.

Bu anlaşmazlıkların tamamı Türkiye ile ABD arasındaki karşılıklı güvensizlik ortamını beslemiştir. Aynı zamanda bu süreç ABD’nin Türkiye’deki itibarının hızlı bir şekilde azalma­sına da yol açmıştır. İlişkilerin normalleşmesine dönüş Türkiye ile ABD’nin karşılaştığı hayati konularda güvenin yeniden inşası konusunda iş birliği yapmalarını gerektirmektedir. Yeni ABD yönetiminin bu noktada ikili ilişkileri geliştir­mesi ve son birkaç senedeki hasarın ortadan kal­dırılması için bazı ciddi adımlar atması şarttır. Analizin bundan sonraki bölümü bu konuda iki ülke ilişkilerinde muhtemel risk ve fırsatları içer­mektedir. Fırsatların iyi değerlendirilip risklerin kontrol altına alınması halinde Türkiye ile ABD arasında ilişkilerin iyileştirilmesi sadece iki dev­let için değil bölgesel güvenlik ve istikrar için de önemli olacaktır.

İLİŞKİLERİCANLANDIRMA VE KURUMSALLAŞTIRMA

NATO’nun Yeniden Canlandırılması

Türkiye ve ABD arasındaki en önemli bağlardan biri son 60 yıldır iki ülkenin NATO şemsiyesi altında kurmuş olduğu ittifaktır. Soğuk Savaş boyunca iki ülke ortak tehdit algısına karşı bir­likte mücadele etmiş ve bu ilişki Batı dünyası­nın Soğuk Savaş yıllarında korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Fakat Soğuk Savaş’ın bitimi sonrasında NATO bugün hala kurulu en önemli ittifak olmasına rağmen Türkiye ve ABD İttifak şemsiyesi altında ilişkinin anlamını yeniden ta­nımlayamamıştır. Bu sebeple yeni ABD Başkanı ve yönetimi NATO’ya yeni bir ruh ve anlam ver­mek zorundadır.

Son yıllarda ortaya çıkan siber güvenlik ve uluslararası terör gibi güvenlik problemleri NA­TO’nun yeni bir görev tanımına sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu yeni tehditler karşısın­da geçici ittifaklar ve koalisyonlar kurmak yerine ABD ve müttefiklerinin NATO’yu değişen teh­dit koşullarına karşı kurumsal olarak uyarlaması gerekmektedir. Bu tehditler müttefikler arasında daha yakın iletişim ve koordinasyonun geliştiril­mesini gerekli kılmaktadır. Bu açıdan yeni süreç­te Türkiye gibi iki “failed state”e komşu olan bir ülkenin oluşturulacak yeni güvenlik doktrinine katkıda bulunması gerekmektedir. Komşu ülke­lerdeki krizler göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırında NATO’dan destek ve güvence arayışı içinde olması şaşırtıcı değildir. Ancak bu noktada bu önemli kurumun reforme edilmesi ve yeniden şekillendirilmesinin önünde iki engel görünmektedir.

Bunlardan ilki özellikle Türkiye özelinde son zamanlarda Türkiye’nin İttifak’tan bekledi­ği güvenceleri alamamış olması yer almaktadır. 2012 yılında ABD, Almanya ve Hollanda, Suriye rejimi tarafından bir Türk jetinin düşürülmesi ve Suriye’den Türk topraklarına gerçekleştirilen saldırılar gibi birçok olaydan sonra Adana, Ga­ziantep ve Kahramanmaraş’a Patriot füze batar­yalarını konuşlandırmayı kabul etmiştir. Son bir sene içinde ise ABD ve Almanya teknik kaygıları gerekçe göstererek füze sistemlerini geri çekme kararı vermiştir. Daha sonra The New York Ti­mes ABD’li yetkililerin “anti-füze sistemlerinin İran ve Kuzey Kore’nin tehditlerine karşı savun­ma için başka yerlerde gerekli olacağını” söyledi­ğini bildirmiştir.1 ABD daha sonra atılan roket­lere karşı koruma sağlamak amacıyla Türkiye’ye HIMARS yerleştirmiş olsa da Patriot tartışmaları güvenlik kurumunda büyük bir güven bunalımı­na neden olmuştur. Hava savunma sistemi ile il­gili yaşanan bu anlaşmazlık önümüzdeki dönem­de ciddi bir krizi beraberinde getirebilir.

İkinci problem ise ABD’deki yeni yöneti­min NATO konusunda alacağı pozisyon ile ilgili kafa karışıklığından kaynaklanmaktadır. Başkan­lık yarışı sırasında Trump’ın NATO’da ülkesi­nin yükünün azaltılması konusundaki fikirleri Transatlantik ittifakının bundan sonraki işleyişi konusunda soru işaretlerine neden olmaktadır. Trump diğer müttefiklerin de savunma bütçesin­de yapacakları artış ile NATO’nun yüküne ortak olmaları gerektiğini seçildikten sonra da ifade etmiştir. Bunun yanında Trump’ın Rusya konu­sundaki fikirleri ve bazı alanlarda Kremlin ile iş birliğine gitme sinyali orta vadede NATO’nun rolü, fonksiyonu ve operasyonları konusunda da ciddi belirsizlikler ortaya çıkarmaktadır.

Önümüzdeki dönemde iki ülkenin NA­TO’yu bir iş birliği ve ortak çalışma alanı olarak geliştirebilmesi için ABD yönetiminin bazı önemli adımlar atması gerekmektedir. NATO ve güven­lik konusunda yapılacak iş birliğinin en önemli ayaklarından birini yukarıda da belirtildiği üzere yeni yönetimin Türkiye’nin füze savunma sistemi temin edebileceği ve kendi ulusal füze savunma sistemini kurabileceği bazı adımlar oluşturmak­tadır. Bu durum iki müttefik arasında güven ve güvenlik konularında daha fazla iş birliğini geliş­tirecektir. Bunun yanında NATO’nun en güney­deki üyesi olduğundan dolayı Türkiye’nin güney sınırı sadece Türkiye’nin sınırı değil bir bütün ola­rak NATO’nun sınırıdır. Türkiye sadece İttifak’ın en büyük ikinci ordusuna sahip değildir. Aynı zamanda İncirlik hava üssündeki ABD nükleer silahlarından NATO’nun nükleer caydırıcılığının bir parçası olan erken uyarı füze algılama sistemle­rine, Kürecik’teki izleme radarından NATO’nun İzmir’deki Müttefik Kara Komutanlığına kadar bir dizi temel varlığı da barındırmaktadır.

Trump yönetiminin Türkiye’nin sınırını korumak için konuşlandırılan sistemlerin sadece Türkiye’nin yararına olmadığını kabul etmesi ge­rekmektedir. ABD’nin NATO’nun omurgası ola­rak İttifak’ın kararlarında önemli bir ağırlığı söz konusudur. Trump yönetimi havadan erken uyarı ve kontrol sistemi (AWACS) ve anti-füze sistem­lerinin konuşlandırılması da dahil olmak üzere Türkiye’nin sınırlarındaki NATO desteğini artır­maya devam etmelidir. Bunun gibi güvenceler iki ülkenin karşılıklı daha etkin bir güvenlik bağı ge­liştirmesi için önemli fırsatlar sağlayacak ve NA­TO’nun bir ittifak olarak kapasitesini artıracaktır. Bunun yanında Büyükelçi R. Nicholas Burns ve General James L. Lones’un Haziran 2016 rapor­larında belirttiği üzere NATO’nun “Arap ortak­lara daha fazla destek vermesi” ve “güçlü ABD liderliğinin İttifak içinde restore edilmesi” İtti­fak’ın geleceği için son derece önemlidir.2 Trump yönetimi ABD-Türkiye ilişkilerinde ek bir güven artırıcı önlem olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesindeki NATO girişimlerini daha aktif bir şekilde kullanabilir.

MENA bölgesinin daha istikrarlı ve güvenli bir hale gelmesi Türkiye ve ABD’nin ortak men­faatlerine olacaktır. Ankara’nın son dönemdeki ABD politikalarıyla ilgili temel eleştirilerinden biri Türkiye’nin güvenlik kaygılarının görmez­den gelinmesidir. Yeni ABD Başkanının her iki ülkenin çıkarlarının ortak olduğu NATO görevlerini sürdürme ve geliştirme konusunda göstereceği çabalar, Washington’ın Ankara’nın bölgesel kaygılarından ve çıkarlarından haberdar olduğunu gösterecektir. 2012’de Florence Gaub tarafından da ifade edildiği gibi daha önce bah­sedilen Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul İşbirliği Girişimi, MENA bölgesindeki ilişkiler ve istikrar için iyi birer adım olsalar da Avrupa-Atlantik Or­taklık Konseyi gibi diğer NATO programlarıyla kıyaslandığında zayıf kalmaktadır.3 Bunun gibi NATO görevleri Türkiye ile ABD arasında açık bir stratejik yakınlaşma fırsatı ve genişletilmiş iş birliği vasıtasıyla ilişkileri güçlendirmek için bir dayanışma mekanizması sunmaktadır.

Diplomatik İlişkileri Dönüştürmek

MENA bölgesinin içinde bulunduğu durum ve güçlü bir bölgesel müttefik olarak Türkiye’nin önemi göz önüne alındığında yeni ABD yöneti­minin iki ülkenin diplomatik ilişkilerini güçlen­dirmesi önemli bir öncelik olarak ortaya çıkmak­tadır. Ankara ile Washington arasındaki tarihsel ikili ilişkilere ve NATO üyeliğine rağmen iki ül­kenin diplomatik ilişkileri 15 Temmuz’dan sonra oldukça sorunlu bir noktaya gelmiştir. Bu nok­tada ikili ilişkilerin daha sağlıklı bir düzlemde devam edebilmesi için iletişimin yüksek düzeyde irtibatlar ve liderler arasında düzenlenen zirveler­le sınırlı kalmaması gerekmektedir. Türkiye ile ABD arasında bakan ve bakan yardımcısı düze­yinde çok sık etkileşim gerçekleşmesine rağmen özellikle son üç yılda ilişkileri kurumsallaştırmak ve katmanlaştırmak için çok az çaba sarf edilmiş­tir. Bu bakımdan başkanlar arasında gerçekleşen zirve ve telefon görüşmeleri, kriz yönetimi açı­sından birçok kez neredeyse tek yöntem haline gelmiştir. Trump yönetimi önümüzdeki dönem­de bu sorunu çözmek ve iki ülke arasında krizleri asgari seviyede tutmayı sağlayacak mekanizmalar geliştirmek için bazı adımlar atmalıdır. Bunun yanında Türkiye ve ABD toplumlar arasında daha iyi ilişkiler kurulması için kamu diploma­sisi çabalarını yeniden oluşturmaya çalışmalıdır.

Yeni ABD yönetimi, Ankara ile Washington arasında dış politika ve güvenlik alanındaki ileti­şim kanallarını genişletmek için çaba göstermeyi öncelikli hale getirmelidir. Bu genişleme elbette Dışişleri Bakanlıkları üzerinden daha kurumsal bir iş birliği ağı ve karar verme mekanizmasın­daki farklı aktörlerin muadilleriyle temas sayısını artırmayı da içermelidir. Şimdiye kadar üst dü­zey birçok görüşme gerçekleştirilmesine rağmen bunlar hem düzensizdir hem de DEAŞ’la mü­cadele gibi tek bir meseleye odaklanmaktadır. Bu geçici toplantı maratonları farklı sorunların çözümünde önemli bir rol oynamaya devam edebilir. Fakat bir bütün olarak ilişkilerin gelişti­rilmesine katkıda bulunmazlar. Stratejik diyalog için dış politika yapıcılarının iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirme gündemiyle bir araya gelmesi önemli bir adım olacaktır.

İki ülke arasındaki kurumsal bağ ve ileti­şim eksikliği, darbe sırasında ve sonrasında ABD uçaklarının indirilerek İncirlik Üssü’nün kapatıl­ması esnasında daha görünür hale gelmiştir.4 Ge­neral Dunford’un 1 Ağustos’taki ziyareti darbe girişiminden 17 gün sonra üst düzey bir yetkili tarafından gerçekleştirilen ilk ziyarettir. Dar­benin ardından Başkan Obama, darbeden dört gün sonraki 19 Temmuz’a dek Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmemiştir. İlk siyasi ziyaret ise darbe girişiminin üzerinden bir aydan fazla süre geçtikten sonra 24 Ağustos’ta Başkan yardımcısı Joe Biden tarafından gerçekleştirilmiştir. Yeni yö­netimin Türkiye’de ya da diğer herhangi bir müt­tefik ülkede acil durum söz konusu olduğunda daha kararlı adımlar atması gerekmektedir. Eski yönetim ABD’nin birçok müttefikinin kritik olaylar sırasında terk edilmiş hissetmesine sebep olmuş ve krizlere empatiyle yaklaşma konusunda sıkıntı yaşamıştır. Yeni yönetimin Türkiye ve di­ğer müttefiklerine ABD’nin desteği ve varlığına ihtiyaç duyduklarında güvence vermesi ikili iliş­kilerin gelişmesi için şarttır.

Burada verilen örnekler büyük oranda kriz zamanlarındaki diplomasiye odaklanırken kriz diplomasisinin sistematik temellerini attığından sakin dönemlerde genişletilmiş iş birliği çalışma­ları daha da gerekli hale gelmektedir. Türkiye ve ABD arasında köklü ilişkilerin kurulması hızlı ve açık iletişim kabiliyeti sağlayacağından krizi yeni kurulmuş bir bağlantıdan daha iyi şekilde yöne­tilir hale getirecektir. Türk ve ABD’li tarafların darbe sırasında iletişim kuramamaları gelecekteki krizler açısından iyi bir iletişim sistemini kurum­sallaştırma ihtiyacını göstermiştir.

Kamu Diplomasisini Güçlendirme

Önümüzdeki dönemde ikili ilişkilerin geliştiri­lebilmesi için Türkiye ve ABD arasındaki kamu diplomasisi konusunda da bazı adımların atıl­ması gerekmektedir. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası iyice yara alan Türkiye’deki ABD imajı meselenin kamuoyu boyutu düşünüldü­ğünde ikili ilişkileri uzun vadede ciddi anlamda zora sokacak bir kapasiteye sahiptir. Özellikle 1 Mart tezkeresi sürecinde başlayan Amerikan politikalarına karşı tavır zamanla önemli dü­zelmeler yaşamasına rağmen son birkaç senede özellikle Mısır darbesindeki Amerikan tepkisi, ABD’nin YPG’ye olan desteği ve Suriye’de Esed rejiminin kimyasal silah saldırıları sonrasında Washington’ın pozisyonu sebebiyle oldukça cid­di bir darbe almış durumdaydı. Darbe girişimi sırasında ABD kamu diplomasisinin başarısızlığı ve Gülen’in iade olayı Türkiye’de ABD’ye karşı olumsuz tepkileri daha da artırdı. Washington’da cereyan eden anti-Türkiye söylemi de söz konusu güvensizlik atmosferine katkıda bulundu. Yeni yönetimin bu ciddi problemi hesaba katması ve kamu diplomasisini etkin kullanarak problemin düzeltilmesine aktif olarak yatırım yapması ge­rekmektedir. Söz konusu tutum Türkiye’de dış politika ve güvenlik konularına karşı artan ka­muoyu ilgisi göz önüne alındığında dış politika yapıcılarının Amerikalı mevkidaşlarıyla tema­sını kısıtlayarak iki ülke arasındaki iş birliğinin kapsamını önemli ölçüde sınırlandırabilir. Bu durum ise iki ülkenin kritik bölgelerdeki ortaklı­ğına büyük oranda zarar verebilir.

Yeni yönetimin Türkiye’deki ABD imajını düzeltmeye çalışmadan önce Türk kamuoyunda görülen ABD karşıtlığının temel nedenlerini iyi bir analize tabi tutması gerekiyor. Anti-Amerika­nizm dünya çapında homojen bir fenomen değil­dir. Birçok farklı Amerikan karşıtlığı kaynağı bu­lunmaktadır. Türkiye’de ABD’ye yönelik olumsuz tepki ideolojik değil bölgesel siyasetle ilgili anlaş­mazlıklara bağlıdır. ABD karar vericilerinin son yedi yıldaki kafa karışıklıkları ve pek çok konuda net olmayışları bu duruma katkıda bulunmuştur. Kurumlar arası rekabet ve ABD makamlarından gelen çok sayıda mesajın oluşturduğu zihin kar­maşası da bu durumu daha ciddi bir boyuta taşı­mıştır. Obama yönetimi göreve geldiğinde yanlış anlama ve algılamaları düzeltmek için çok fazla çaba sarf etmemiş ve bu durum artan toplumsal güvensizliğe ve güven eksikliğine katkı yapmıştır. Bu bakımdan Türkiye’deki ABD algısının bir bo­yutu iki ülke arasındaki politik ayrışmalara bağ­lıdır. Bir sonraki yönetim bu görüş ayrılıklarının etkisini anlamalı, bu ayrışmaları engellemek için Türk halkıyla etkili bir diyalog başlatmalıdır.

Kamu diplomasisinde son yıllarda araların­da çuval olayı, McGurk’un YPG’lilerden aldığı plaket ve Türkiye’deki terör saldırılarından son­ra ABD’den beklenen empatinin gelmemesi gibi unsurlar ikili ilişkileri ciddi bir şekilde rahatsız etmiştir. Kamu diplomasisi açısından benzer bir başarısızlık örneği de 15 Temmuz darbe girişimi sırasında gerçekleşmiştir. Yukarıda bahsedildiği gibi ABD yönetiminin tepkisi Türkiye’deki aci­liyet duygusunu anlamada başarısız olmuştur. Başkan Yardımcısı Biden’ın ziyareti Türk halkı­nın yaşadığı travmanın boyutunu gösterebilecek birçok durağı kapsamamıştır. Yaralılarla görüşme ya da darbeye direnirken sevdiklerini kaybeden ailelerin acılarını paylaşmak için bir araya gelme yoluyla Türk halkına ABD dayanışmasını gös­terecek bir ziyaret gezi programında bulunma­maktaydı. Türk kamuoyu ABD ile dayanışma beklentisi içinde olduğundan bu krizler önem­lidir. 1999 yılında Türkiye tarihindeki en yıkıcı depremlerden birinin ardından Başkan Clinton ailesiyle birlikte Türkiye’yi ziyaret etmiş ve kısa ziyaretiyle ABD algısını yükseltmeyi başarmıştır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki muhte­mel en önemli siyasi felakette Obama yönetimi aynı desteği ve dayanışmayı gösterememiştir. Dı­şişleri Bakanlığı Sözcüsünün tartışmalı ifadeler içeren açıklaması da başarısız olmuştur. Bir son­raki yönetimin hem PYD hem de darbe girişimi konusunda kamu diplomasisini geliştirmesi ve kriz durumlarında Türkiye’nin beklediği desteği göstermesi gerekmektedir.

Bunun yanında özellikle Başkan Obama ve yakın çevresinin görev sürelerinin son yılında medya üzerinden Türkiye ve Cumhurbaşkanı Er­doğan hakkında yaptıkları açıklamalar ikili iliş­kilerde ciddi gerginliklere yol açmıştır. Atlantic Monthly dergisine konuşan Başkan Obama5 ve Başkan Yardımcısı Biden6 bu bağlamda Türki­ye’de oldukça tepki çekmiştir. Bunun yanında Obama yönetiminin müttefiklere yönelik yaptığı suçlayıcı açıklamalar da sadece Türkiye ile değil tüm müttefiklerle ikili ilişkileri tehdit eder bir noktaya ulaşmıştır. Trump yönetiminin bu tür mesajları devam ettirme niyetinde olması da itti­fak ilişkileri için oldukça ciddi bir tehdit oluştur­maktadır. Bu durum müttefik ülkelerin güvenlik iş birliği çerçevesinde ciddi güven bunalımının oluşmasına sebebiyet vermektedir.

Bunun yanında karşılıklı etkileşim ile yanlış anlama ve algılamaları ortadan kaldırmak ama­cıyla toplumsal ve kültürel iletişimi artırmak ge­rekmektedir. Bu iletişimi karşılıklı geliştirmenin yolu, öğrenci değişim programları başta olmak üzere turizm ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi ile mümkün olacaktır. 2013/2014 döneminde yurt dışında eğitim gören 304.4677 ve ondan önce­ki dönemde 289.408 olan ABD öğrencisi sayı­sının, sırasıyla 2.163 ve 2.037 tanesi Türkiye’de okumuştur. Bununla birlikte ABD’deki Türk öğ­rencilerin sayısı son beş yılda yüzde 13,5 azalma göstermiştir.8 Darbe girişimi sonrasında ABD Dışişleri Bakanlığı güvenlik endişelerini gerek­çe göstererek prestijli Fulbright İngilizce Eğitim Asistanı programını askıya almıştır ve güvenlikle ilgili Boren ödülleri ile dil bursu programlarının etkilendiğini belirtmiştir.9 Tüm bu programlar ABD’li öğrencilere Türkiye’de yaşama ve çalışma, Amerikan toplumunun Türkiye bilgisini geniş­letme ve kültürel bağları güçlendirme fırsatları sunmaktadır.

Ekonomik İş Birliğini Geliştirme

Son 10 yıllık dönemde kaydedilen birtakım ge­lişmelere rağmen ekonomi alanı iki ülke arasın­daki ilişkilerin en zayıf halkası olmayı sürdür­mektedir. Küresel ekonomik krizden bir sonraki yıl olan 2009’dan bu yana iki ülke arasındaki toplam ticaret hacmi kısa sürede önemli bir artış göstermiş ve 10.757 milyar dolardan 17.384 mil­yar dolara10 ulaşmıştır. İki G20 ülkesi arasında doğrudan yabancı yatırımlarda da hafif bir artış yaşanmıştır. ABD’den Türkiye’ye yapılan doğru­dan yabancı yatırımlar 2011’de 4.027 milyar do­larken 2014’te 4.384 milyar dolara yükselmiştir. Türkiye’den ABD’ye yapılan doğrudan yabancı yatırımlar ise aynı zaman diliminde 583 milyon dolardan 1.084 milyar dolara çıkmıştır.11 ABD ekonomisinin büyüklüğü göz önüne alındığında bu rakamlar ABD’nin diğer G20 ülkelerine yap­tığı yatırıma kıyasla çok düşük seyretmektedir. Türkiye’nin G20 üyeliği ve Stratejik Ekonomik ve Ticari İşbirliği Çerçevesi (ETSİÇ) gibi çok sayıda proje ekonomik ilişkileri geliştirmek için gereken çerçeveyi sağlamaktadır.12 Türk ve ABD şirketleri,“Türk şirketlerinin sanayi olanaklarının 12 milyar doları bulması beklenen” F-35 Ligh­ting II projesi gibi, savunma sanayiini geliştirme projelerinde de iş birliği yapmaktadır. F-35 pro­jesindeki iş birliği iki ülkenin birlikte gerçekleş­tirdiği son projedir.

Diğer G20 ülkeleriyle karşılaştırıldığında ticaretin genişletilmesi için büyük bir alan bu­lunmaktadır. ABD’nin Arjantin ve Güney Afri­ka dışındaki diğer G20 üyeleri arasındaki ticaret hacmi, Türkiye ve ABD arasındaki hacmin bir­kaç katıdır. Türkiye’nin Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’ndan (TTYO) dışlanacağı en­dişeleri de gittikçe artmaktadır. Türkiye ve ABD arasında imzalanmış bir serbest ticaret anlaşma­sının olmayışı hesaba katıldığında TTYO’dan dışlanma durumunda iki müttefikin ekonomik ilişkileri darbe alacaktır. Türkiye’yi bu ortaklığa dahil etmek Türkiye ve ABD ekonomileri ara­sındaki karşılıklı erişimi ve istihdam artışını sağ­layacaktır. Yeni ABD yönetiminin TTYO’nun Türkiye ekonomisi üzerindeki muhtemel olum­suz etkilerine yönelik daha çok çaba sarf etmesi, iki ülke arasındaki hem ekonomik hem de siyasi ilişkilere yardımcı olacaktır. Trump yönetiminin çok taraflı serbest ticaret anlaşmaları yerine ikili ticari anlaşmaları geliştirmeye çalışması bu nok­tada Türkiye ile de bu tip bir anlaşmanın imza­lanması için uygun bir zemin oluşturabilir.

Ekonomik iş birliğinin en önemli ayakla­rından olan savunma sanayii konusunda da yeni bir yaklaşımın ortaya çıkışı gerekli hale gelmiştir. Türkiye ve ABD F-35 gibi çeşitli savunma sana­yii projelerinde iş birliği yapmaya devam ederken Türk hükümeti sadece tüketici olarak devam et­mek yerine Türk savunma sanayiini geliştirecek fırsatların peşinde olduklarını açıkça belirtmiştir. Savunma Sanayii Müsteşarı İsmail Demir Mayıs 2016’da Atlantik Konseyi’nde Türk hükümeti­nin “tüm bu gelişmeler ışığında bir sanayi üssü kurmak istediğini” açıklamıştır.13 Dışişleri Baka­nı Mevlüt Çavuşoğlu ise Türkiye’nin savunma sanayii projeleri için NATO dışından ortaklar arayabileceğini ifade etmişti. Çavuşoğlu daha sonra Türkiye’nin “teknoloji transferi ve yatırım konusunda iş birliği yapmaya hevesli” ortaklar aradığını vurgulamıştır.14 Yeni ABD yönetimi savunma sanayiinde Türkiye ile hacmi artırabil­mek için bundan sonra Ankara’nın bu alanda atmak istediği adımları da desteklemelidir. ABD ile Türk şirketleri arasında iş birliğine imkan ta­nımak amacıyla ABD savunma ihracat kanun­larının reform çabalarına destek vermeyi hesaba katmalıdır. Hem uygulanabilir hem de karşılıklı yarar sağlayan askeri iş birliği savunma sanayiin­de ticaretin artmasını sağlayacaktır.

Yeni yönetimin iki ülke arasındaki ekono­mik ilişkilerin önemini ve artan ekonomik etki­leşimin ikili ilişkinin sürdürülmesine nasıl yar­dımcı olabileceğini göz önünde bulundurması gerekmektedir. İki ülke arasında ticaret hacminin gelişmesi ve ekonomik etkileşimin artmasının siyasi ve stratejik meselelerde önemli bir kolay­laştırıcı rol oynayacağı yadsınamaz bir gerçek­tir. İlişkilerin başlangıcından bu yana bu boyut çoğunlukla ihmal edilmiş, bu durum da siyasi krizlerin frenlenmesinde zorluk yaşanmasına ve ilişkinin sadece siyasi ve askeri boyutla sınırlan­dırılmasına sebep olmuştur. Trump yönetiminin ikili ilişkilerdeki bu zayıf yönü güçlendirmesi gerekmektedir. Türkiye’nin Çinli bir şirketten hava savunma sistemi satın alma kararı nedeniyle ikili ilişkilerde kriz yaşanması, savunma sanayi­inde uzun süren ilişkilere rağmen aynı zamanda ilişkilerin kolay incinebilir yapısını göstermiştir. ABD’den Predator insansız hava aracının alımın­da Kongre’den onay almada yaşanan zorluk da bu gerçeği gün yüzüne çıkarmıştır. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehlikeli güvenlik ortamı göz önünde bulundurulduğunda ABD yönetimi kar­şılıklı faydayı tesis edecek ve teknoloji transferi konusunda daha esnek olacak savunma sanayii iş birliğinin temelini oluşturmak için Türk hü­kümetiyle daha yakın çalışmalıdır. Önümüzdeki dönemde bu esnekliğin sağlanamaması duru­munda ikili ilişkilerde benzer krizleri görmeye devam edeceğiz.

İKİLİİLİŞKİLERİSAĞLAMLAŞTIRMA

Suriye’de İş Birliği

Suriye’de çatışmaların başlamasından itibaren bu sorun Türk-Amerikan ilişkilerinin odak noktası haline gelmiştir. Türkiye ve ABD’nin krizin ba­şında şiddetin kesilmesi yönündeki stratejileri uyumlu olmuştur. Ancak iç savaşın uzaması son­rasında iki ülke arasında Suriye konusunda var olan uzlaşma yerini görüş ayrılıklarına bırakmaya başlamıştır. Güvenli bölge ve muhalefetin sınıf­landırılması konusunda başlayan görüş ayrılık­ları kimyasal silah kullanımından sonra daha da artmış ve iki ülke arasında stratejik olarak ciddi bir uzlaşmazlığa neden olmuştur. 2014 yılında DEAŞ’ın bölgede yükselişi iki ülkenin Suriye stratejilerindeki uyuşmazlığını derinleşmiştir. Esed konusunda varılamayan taktiksel uyum, önce DEAŞ sonra YPG’nin etki alanının artma­sı ile karmaşıklaşan Suriye coğrafyasında giderek belirginleşmiş ve ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Obama yönetiminin mesele karşısın­da gösterdiği eylemsizlik ve mütereddit tutum iki ülke ilişkisini bu dönemde oldukça zorlayan bir unsur olarak ortaya çıkmıştır.

Türkiye ile ABD arasındaki koordinasyon bu son dönemde daha da sorunlu bir hale gel­miştir. Türkiye’de meydana gelen terör eylem­lerinden sonra DEAŞ ile mücadele kapsamında Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) desteklenerek baş­latılan Fırat Kalkanı Harekatı sırasında her ne kadar başlangıçta uluslararası koalisyonun hava desteği sağlanmış olsa da daha sonraki dönemde özellikle el-Bab operasyonu sırasında bu destek beklentinin altında kalmıştır. Cerablus’un ele ge­çirilmesi sonrasında YPG’nin Münbiç’ten çekil­memesi de aynı şekilde soruna yol açmıştır. Son Halep saldırılarından sonra Türkiye ve Rusya’nın önce sivilleri Halep’ten çıkarma sonra da ateşkes konusunda iş birliği içine girmesi ve bütün bu sürece ABD yönetiminin katkıda bulunmaktan kaçınması artık ABD’nin Suriye stratejisinin ne olduğu konusundaki soru işaretlerini gereksiz kılmaya başlamıştır.

Yeni yönetimin Suriye’de anlamlı adımlar atma ve bölgedeki ortaklarıyla olan ilişkilerini istikrarlı bir hale getirmeye yönelik ilk adımı re­torikten öteye geçen ve net politikalarla destek­lenen kesin açıklamalar yapmak olmalıdır. ABD için genel olarak ve Türkiye özelinde müttefikleri ile ilişkileri açısından her şeyden daha önemlisi belirsizliği sona erdirmek olacaktır. Mesela gü­venli bölge konusunda yeni yönetim ne yapmak istediğini, bu bölgeyi nerede oluşturup nasıl korumayı planladığını ve müttefikleri ile ulus­lararası koalisyon partnerlerinden ne beklediği­ni açıklıkla ortaya koymak zorundadır. Türkiye Şubat 2016’da “DEAŞ’tan arındırılmış bölge” için “uluslararası müttefiklerle kara operasyonu” çağrısı yaparak bir tampon bölge oluşturulması amacıyla uluslararası topluluğu zorlamaya devam etmiştir. Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Nisan 2016’da destek verdiğini açıklamasından sonra bile Obama, ABD’nin destek verme niye­tinde olmadığını “büyük bir askeri taahhüt” ge­rektirdiğini iddia ederek karşı çıkmıştır.15 Buna karşın seçim kampanyası döneminde Trump gü­venli bölgeye sıcak baktığını ifade etmiştir. Dola­yısıyla ortaya yeni bir kafa karışıklığı çıkmadan yeni yönetimin bu konudaki pozisyonunu açıkça ortaya koyması önemli bir gerekliliktir.

Yeni yönetim ile Türkiye arasında Suriye meselesinde mevcut bu ciddi ayrışmanın yanın­da iki terör örgütü ile mücadele özelinde çözül­mesi gereken bazı sorunlar vardır. Bunlardan biri DEAŞ ile mücadelede koordinasyon diğeri ise YPG’ye yapılan askeri yardımı içermektedir.

DEAŞ’la Mücadele

Suriye krizi sırasında birçok uzmanın bölgede “fa­iled state” (başarısız devlet) oluşabileceği ve bu­nun muhtemel güvenlikle ilgili sonuçlar yaratabi­leceğine dair uyarısına rağmen DEAŞ ölçütünde bir terör örgütünün ortaya çıkabileceğine kimse tam olarak ihtimal vermiyordu. Başkan Oba­ma bile The New Yorker’dan David Remnick’le yaptığı bir röportajda DEAŞ’ı bir “amatör küme takımı” olarak tanımlamıştı.16 Bununla birlikte yine The New York Times gazetesinde yayımla­nan bazı haberlere göre Obama yönetiminin bazı üyeleri aşırılık yanlısı grupların birbirlerinin gü­cünü baltalayacağı düşüncesiyle artan şiddet sar­malını bir fırsat olarak dahi görmüşlerdir.17

Musul’un düşmesinden sonra hem Türkiye hem de ABD makamları DEAŞ’a karşı mücadele çalışmalarına başlamalarına rağmen bunun ne şe­kilde olacağı ile ilgili ciddi fikir ayrılıkları da yaşa­maya başladılar. Öncelikle Türkiye DEAŞ’ı Esed rejiminin güvensizliğinin, anarşisinin ve baskısı­nın artmasının bir sonucu olarak görürken ABD örgütü farklı bir tehdit olarak konumlamaktaydı. Bu dönemde Türkiye daha kapsamlı bir planla­ma yapılması için sürekli çağrılarda bulunmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuyla ilgili değerlen­dirmelerinde, “Irak’taki DEAŞ saldırılarının kay­nağı Suriye’dir” ve “Terörist gruplar istikrarlı bir hükümet bulunmayan ülkelerde ortaya çıkıyor” diyerek meselenin daha uzun vadeli düşünülme­sini önermişti.18 Ekim 2014’te Cumhurbaşkanlı­ğı Sözcüsü İbrahim Kalın da yaptığı açıklamada kapsamı bakımından ABD’nin DEAŞ’a karşı stratejisinin çok sınırlı olduğuna ve örgütün bu noktaya dek büyümesine izin veren köklü se­bepleri ele almadığına yönelik endişeleri vurgu­lamıştır.19 2015 yılında Türkiye ve ABD örgüte karşı koalisyon saldırılarında kullanılmak üzere İncirlik Üssü’nün kullanılmasında anlaşmaya vardığında karar DEAŞ’a karşı “kapsamlı bir savaşın” başlangıcı olarak ilan edilmiştir. Ancak sonrasında iki ülke arasında bu konuda istihbarat ve finansal kaynaklarla mücadele konusunda bazı adımlar atılsa da operasyonel anlamda özellikle Fırat Kalkanı Harekatı sırasında çok ciddi bir ge­lişme yaşanmamıştır.

Türkiye’nin DEAŞ ile mücadele planlarının başladığı andan itibaren sürekli olarak üzerinde durduğu istihbarat iş birliği bu noktada önemli bir etken olarak ortaya çıkmıştır. Ankara yabancı savaşçıların örgüte katılmasını engellemek isteyen ülkeler arasında istihbarat paylaşımının olmama­sını en başından bu yana eleştirmiştir. Türkiye ile ABD’nin Nisan 2015’te istihbarat paylaşımını artırmak amacıyla anlaşma imzaladıktan sonra bile içerikte sık sık görüş ayrılıkları meydana gel­meye devam etmektedir. Eylül 2015’te yayımla­nan bir rapor da ülkeler arası paylaşılan bilgilerin genellikle “geçici, kesik kesik ve eksik” olduğunu ortaya koymuştur.20 Yeni yönetimin bu durumu ortadan kaldırmak ve daha bütüncül bir strateji oluşturmak temel önceliklerinden biri olmalıdır.

Terörün mali kaynaklarıyla mücadele ça­baları ABD ve Türkiye istihbarat kurumları ara­sında daha iyi iş birliği için bir kılavuz olarak kullanılabilecek ve devam eden terörizm tehdi­dine karşı genişletilebilecek güçlü bir dayanışma örneğidir. Türkiye, Finansal Çalışma Grubu’nun (FATF) ve 2015 yılında kurulan DEAŞ’ın Mali Kaynaklarıyla Mücadele Grubu’nun bir üyesidir. 2015 yılında Türkiye ve ABD, DEAŞ’ın finans­manı konusunda FATF raporunu birlikte yayım­lamışlardır.21 Türkiye Mali Suçları Araştırma Ku­rulu, 2178 ve 2199 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararlarına uygun olarak Türkiye’nin belirlediği bir strateji çerçevesinde dünya çapındaki diğer mali istihbarat birimleriyle iş birliği yapmakta­dır. Bu çabalar Türk ve ABD istihbarat servis­lerinin sorunsuz bir şekilde birlikte çalışabilme kabiliyetini ve yeni yönetimin bir bütün olarak Türkiye-ABD iş birliğini tesis etmesi gerektiğini göstermektedir. Yeni yönetimin bu başarılı örnek ışığında daha kapsamlı bir istihbarat paylaşımı­na girişmesi oldukça önemlidir. Özellikle Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Flynn çeşitli yazıla­rında istihbarat kurumları arasındaki iş birliğinin terörle mücadele alanında en önemli enstrüman olduğunu sürekli olarak ifade etmiştir. Bundan sonraki dönemde de yeni yönetimin bu daya­nışmanın sağlanması konusunda daha aktif ola­rak rol oynamaya başlaması iki ülke ilişkileri ve DEAŞ ile mücadele açısından oldukça önemlidir.

Bunun haricinde DEAŞ ile Suriye’de müca­dele ve bu mücadelenin desteklenmesi açısından Türkiye kilit bir konumdadır. Dolayısıyla iki ülke arasında DEAŞ konusunda oluşturulacak koor­dinasyon Türkiye’nin iş birliği ve desteği örgütle uzun vadeli bir mücadelenin sürdürülmesine yar­dım edebilir. ABD’nin PYD ve SDG gibi grup­lar üzerinden bu örgütle mücadeleyi götürmesi sürdürülebilir görünmemektedir. Türkiye’nin ve ilk etapta uluslararası koalisyonun sınırlı olarak desteklediği ÖSO’nun Cerablus’taki operasyonu bu alanda gelecekteki iş birliği için iyi bir başlan­gıç noktası olabilirdi. Ancak bu operasyon sonra­sında özellikle el-Bab operasyonu sürerken Türk ordusu koalisyon tarafından yalnız bırakılarak kayıplar verdi. DEAŞ’a karşı yapılan bu operas­yonda NATO müttefiki ve uluslararası koalisyon partneri bir ülkeyi desteksiz bırakmak hem İtti­fak’ın geleceğine ve koalisyonun sürdürülebilir­liğine hem de DEAŞ ile mücadeleye ciddi zarar vermektedir. Yeni yönetim “ad hoc” partnerlikler yerine ulus devlet müttefiklerini bu konuda daha çok destekleyerek bölgede DEAŞ’a karşı mücade­leyi güçlendirebilir. Söz konusu iş birliği sadece DEAŞ değil her türlü terör örgütüne karşı müca­delede daha etkili bir koordinasyon ve iş birliği­nin yolunu açabilir.

ABD-PYD İlişkileri

Türkiye-ABD ilişkilerinde son dönemlerin ve belki de tarihin en önemli sorunu PYD ve onun silahlı kanadı YPG konusunda yaşanan anlaşmaz­lık olmuştur. Hem Türkiye hem de ABD PKK’yı bir terör örgütü olarak sınıflandırırken ABD’nin iki grup arasında belirgin kanıtlar olmasına rağ­men YPG’yi terör örgütü olarak görmediğini ifa­de ederek örgüte doğrudan silahlı yardıma başla­ması ikili ilişkilerde belki de son zamanların en büyük kırılmasını yaşatmıştır. ABD’li üst düzey birçok yetkili bile örgütün PKK ile bağlantısını doğrularken Beyaz Saray tarafından atılan bu adım özellikle PKK’nın ateşkesi bozarak Tür­kiye’de saldırılara başlamasından sonra iki ülke ilişkileri açısından oldukça ciddi bir hal almıştır.

Türkiye ile ABD arasında PYD konusundaki anlaşmazlıklar DEAŞ’ın 2014 yılında Türkiye-Su­riye sınırında yer alan ve PYD kontrolünde olan Kobani’yi kuşatmasıyla gündeme gelmiştir. İki ör­güt arasındaki çatışmalarda Obama yönetiminin Türkiye’nin kaygılarını önemsemeksizin PYD’ye ikmal gerçekleştirerek destekleme kararı Türkiye- ABD ilişkilerini ciddi bir biçimde germiştir. Bunun da ötesinde ABD yönetimi Kobani kuşatması sıra­sında Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü bir yapıyı desteklemesi için Türkiye’ye baskı yapmıştır. O zamandan beri ABD örgütün PKK ile bağlantı­sını ve Suriyeli Arap ve Türkmen sivillere yönelik gerçekleştirdiği kötü muameleleri göz ardı ederek PYD’yi desteklemeye devam etmiştir. Türkiye DE­AŞ’la mücadelede İncirlik Üssü’nden yararlanması­na izin vererek ABD ile iş birliğini sürdürmüş fakat şiddetli fikir ayrılıkları devam etmiştir. ABD’nin PYD’ye güvenmesi ve kritik bir müttefik olan Tür­kiye’nin güvenlik kaygılarına kayıtsız kalması duru­mu daha da gergin bir hale getirmiştir.

Türkiye ile Kobani konusunda yaşanan bu anlaşmazlık bölgedeki DEAŞ kuşatmasının sona ermesinden sonra ABD yönetiminin YPG’yi artık DEAŞ ile mücadelede partner olarak gör­meye başlamasıyla ilişkileri krizli bir döneme sokmuştur. Türkiye bu noktada tonu yükselterek YPG’nin Kuzey Suriye’deki demografik mühen­disliği ve Fırat’ın batısına geçme planları konu­sunda ciddi uyarılarda bulunmuştur. Bu süreçte PKK’nın saldırılarını artırması ve YPG’ye olan Amerikan askeri desteğinin sürmesi durumu daha da tehlikeli bir boyuta taşımıştır.

Türkiye’nin güvenlik endişelerine rağmen ABD’nin YPG’ye olan desteğinin devam etmesi yeni dönemde ilişkilerin önündeki en önemli so­run alanı olacaktır. PKK’nın Türkiye’deki saldı­rılarında artırdığı sofistikasyon ile YPG ile PKK arasındaki artık yadsınması çok zor olan örgüt­sel, ideolojik ve personel örtüşme ilişkileri ciddi bir krize sokabilir.22 Yeni yönetim burada önemli bir seçimin arifesinde olduğunun farkında olarak davranmak durumundadır. YPG’ye yapılan her askeri desteğin PKK’nın güçlenmesine yol açtı­ğı ve bu durumun NATO müttefiki bir ülkenin güvenliğini tehdit eder hale geldiği artık hiçbir şekilde reddedilemez bir gerçektir. DEAŞ ile mü­cadelede tek askeri gücün YPG olduğu açıkla­ması da artık özellikle Fırat Kalkanı Harekatı ve ÖSO’nun bu mücadelede yer aldığını göstermesi ile geçerliliğini kaybetmiş durumdadır. Dolayı­sıyla artık DEAŞ ile mücadele konusunda daha ciddi ve kapsamlı bir stratejinin oluşturulma vakti gelmiş durumdadır. Bu durumun özellikle güvenlik alanında yarattığı ABD’ye karşı negatif algı da bu yardımın devam etmesi ile daha sorun­lu bir hale gelmiştir. Dahası bu politika ABD’nin Türkiye’deki algısına ve dünyanın çeşitli yerlerin­de yürüttüğü terörle mücadele çabalarına doğru­dan zarar vermektedir. Washington’ın terörizm konusunda benimsediği bu çifte standart ulus­lararası güvenlik alanında farklı terör örgütleri­ni vesayet güçler olarak savaşmaya yetkilendik­lerinden devletler için tehlikeli bir emsal teşkil edebilir. Bununla birlikte PYD’ye olan güven Suriye’deki çatışmalara sürdürülebilir bir çözüm getirmeyecektir. PYD ve Arap gruplar arasındaki gergin ilişkiler ve demografik gerçeklik gibi saha dinamikleri ABD’nin bu çabasının büyük ger­ginlikler ortaya çıkarabileceğini göstermiştir.

Bu durum son zamanlarda YPG’nin özel­likle Münbiç ve Cerablus operasyonu sırasında Türk tanklarına saldırmasıyla da yeni bir boyut kazanmıştır. Yeni yönetim özellikle PKK’nın sal­dırılarını artırması ve Başkan Yardımcısı Biden’ın uyarılarına rağmen YPG güçlerinin bölgeden çe­kilmemesinin Türkiye için anlamının artık daha da büyük olduğunu anlamak durumundadır. Dolayısıyla ABD son zamanlarda büyük şehirle­re yapılan saldırıların artık Türkiye için Fırat’ın doğusu ve batısı ayrımının azalmaya başladığını ve YPG’nin bulunduğu her bölgenin tehdit teş­kil ettiğini kabul etmelidir. Şimdiye kadar ABD yönetiminin PYD üzerindeki etkisi konusunda haddinden fazla güveni bölge ve ikili ilişkiler için büyük bir risk taşımaktadır.

Yeni yönetim özellikle PKK ve YPG iliş­kisinin daha açık bir şekilde ortaya çıkmasının ve buna rağmen yardımların devam etmesinin ABD için hukuki bir sorun çıkaracak ciddi bir problem oluşturduğunu anlamalı. Terörist olarak kabul edilen ve NATO müttefiki bir ülkede te­rör faaliyetlerini sürdüren bir örgütün ABD tara­fından desteklenmesi ve başka bir terörist örgüte karşı kullanılması ciddi sonuçlar doğuracak bir adım olacaktır. Yeni yönetim bu noktada tekrar­dan bir değerlendirme yapmak durumundadır. Bunun yanında YPG’nin işlediği savaş suçları da özellikle insan hakları ihlalleri açısından bölge­de sorunlu bir dönemi beraberinde getirecektir. Kürtler Suriye’nin geleceğinde yer alırken PYD barış kurma çabalarına katkıdan çok zarar veren terörist bir örgüttür. Ayrıca popüler varsayımla­rın aksine PYD Kuzey Suriye’de yaşayan Kürtle­rin tamamını temsil etmemektedir. Örgüte olan desteğin sona erdirilmesi ve ÖSO’yla daha fazla çalışılması Esed rejiminin yerini alabilecek uygun bir muhalefetin oluşturulmasına yardım edeceği gibi ABD politikalarını Türkiye’nin politikalarıy­la uyumlu hale getirecektir.

15 Temmuz Darbesi ve FETÖ Meselesi

2013’teki 17-25 Aralık krizinden hemen sonra Gülen ve lideri olduğu örgüt Türkiye için bir ulusal güvenlik tehdidi olarak görülmeye başlan­mıştır. Devlet yapısında geniş yelpazede yer alan kurumlardaki FETÖ varlığının, devletin gücünü kullanarak meşru olarak seçilmiş bir hükümeti yıkmaya çalıştığı netleşmiştir. Özellikle önemli olan polis ve yargı makamında kendilerini Türk siyasetinde askeri vesayete karşı demokrasinin koruyucusu olarak sunan Gülenistlerin varlığı­nın gittikçe artmasıydı.

Dönüm noktası dershanelerin kapatıl­ma önerisinin ortaya çıkmasını takiben Ara­lık 2013’te polis ve yargının hükümet yetki­lilerine büyük bir operasyon düzenlemesiyle gerçekleşti. Geniş çaplı bir soruşturma başlatılarak FETÖ’nün hükümet içinde devlet bürokrasi­sinin otoritesine ve hiyerarşisine ciddi şekilde meydan okuyan paralel bir yapı kurmakla suç­lanmıştı. Ayrıca Türk hükümeti hareketin faali­yetlerini Türkiye’de sınırlandırmak için önlemler almıştı. Hareket kapsamı daha da açıklığa kavuş­turulduktan sonra Milli Güvenlik Kurulu tara­fından ulusal güvenlik tehdidi ilan edilmiş ve bir terör örgütü olarak tanımlanmaya başlamıştır. Bu karara rağmen örgüt sızmış olduğu hükümet kurumlarındaki yapılanmasını korumayı başar­mıştır. Grup “paralel yapısı”nı geliştirmeye de­vam etmiş ve söz konusu darbe girişimi de Tür­kiye’nin güvenlik kurumlarına ne ölçüde nüfuz ettiklerini gözler önüne sermiştir.

15 Temmuz’daki başarısız darbe girişimin­den birkaç gün sonra politika yapıcılar da da­hil olmak üzere toplumun büyük bir kesimi ABD’den Gülen’i iade etmesini istemiştir. 19 Temmuz’da Andy-Ar tarafından Türkiye’de yapı­lan bir anket katılımcıların yüzde 80’den fazlası­nın Gülen’in iadesini istediğini ve yüzde 75’inin Gülen’in Türkiye için varoluşsal bir tehdit oldu­ğuna inandığını göstermiştir.23 Daha sonra üst düzey hükümet yetkilileri Türk halkının yüzde 95’inin Gülen’in darbeyi yönettiğine inandığını ifade etmiştir.24 Aslında darbenin kınanması ve Gülen’in suçluluğuna dair yaygın inanç, Türki­ye’de kutuplaşmış siyasi partileri bir araya getir­miştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetiyle AK Parti, CHP ve MHP liderleri hep birlikte Yeni­kapı’daki Demokrasi ve Şehitler Mitingi’ne ka­tılmış ve darbe girişimine karşı çok sayıda miting düzenlenmiştir.

Gülen ve örgütünün darbeden sorumlu ol­duğuna dair bu son derece kuvvetli inanç karşı­sında Gülen’in ABD’de ikamet etmesi Türkiye’de ülkeye yönelik olumsuz bir kamuoyu tepkisini tetiklemiştir. Fetullah Gülen’in iadesi hakkında bilgi içeren çok sayıda dosya ABD’ye gönde­rilmiştir. Birçok üst düzey Türk yetkili sürecin uzatılmasının böylesine kritik bir dönemde Tür­kiye’nin ABD’ye bakışını olumsuz etkilediği uya­rısında bulunduğundan ABD bu isteği hızlı bir şekilde ele almalıdır. Türk halkı ve hükümet yet­kilileri, bu durumun Türkiye’nin ulusal güvenli­ğine doğrudan ve acil bir tehdit oluşturduğu için ABD’den bu konuyu ciddiye almasını beklemek­tedir. Şimdiye kadar Türkiye’nin algısı ABD’nin bu tehdidin aciliyet ve ciddiyetini değerlendire­mediği şeklindedir.

Yeni yönetim başarısız darbe girişiminin Türkiye ile ikili ilişkileri nasıl karmaşık bir hale getirdiğini anlamalıdır. 15 Temmuz darbe döne­mini ve cuntaları geride bıraktığına inanan Tür­kiye için şok edici bir şekilde olayların beklen­medik yönde gelişmesine sebep olmuştur. Türk hükümeti demokrasisi için keskin bir destek beklerken bunun yerine dayanışma, empati ve anlayış eksikliği ile karşılaşmıştır. Obama yöne­timinin FETÖ meselesini tamamen hukuki bir sorun olarak gördüğünü açıkça ortaya koymasına rağmen, Eski Büyükelçi James Jeffrey, “İade tale­binin hızlandırılması ve Gülen hareketinin baskı altına alınması için ABD hükümetinin atabile­ceği adımlar bulunmaktadır” diyerek meselenin başka bir boyutunu da ortaya koymuştur.25 Bü­yükelçinin bu ifadeleriyle ortaya koyduğu durum bir şekilde bu konuyla ilgili Türkiye’de ciddi bir beklenti olmasının da sebepleri arasındadır. Bu konuda yeni yönetimin atacağı adımlar ABD ve Türk hükümetleri arasındaki iş birliğini geliştir­mek, zarar görmüş bağları iyileştirmek ve şu an çok yaygın seyreden güvensizliği gidermede ciddi şekilde yardımcı olabilir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bomba­layan, vatandaşların üzerine tankları süren ve Türkiye Cumhurbaşkanına ve onun ailesine suikast girişiminde bulunan bir örgütün silahlı kanadının Türkiye tarihinin en şiddetli olayının faili olması göz önünde bulundurulduğunda ABD gibi bir müttefikin alması gereken ted­birler bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan Türk hükümetinin bu konudaki hayal kırıklığı­nı “ABD ile 1981’de imzalanan iade anlaşmasına göre Gülen’in gözaltına alınmasını bekliyoruz fakat hala serbestçe dolaşıyor.” ifadeleriyle yan­sıtmıştır. Belki de daha önemlisi yönetimin, kri­tik bir NATO müttefiki olan ve ulusal güven­lik gereksinimlerine siyasi destek sözü verilen Türkiye’ye güvence vermesi gerekmektedir. Yeni başkanın iki ülke arasında diğer alanlarda iş bir­liği olsa bile bu sorunun samimi bir karar alın­madan kapanmasının çok zor olacağını anlaması gerekmektedir.

Yeni Alanlar

Kıbrıs

Kıbrıs iki ülke arasında önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesi sırasında ve sonrasındaki dönemin ABD Başkanı Johnson’ın Türkiye’ye yazdığı mektuptan sonra yaşanan dönem, ilişkiler açı­sından iki ülke arasındaki en düşük seviyelerden birini temsil etmektedir. Fakat Ada’da yeni bir fırsat bulunmaktadır. Canlanan barış süreci iki ülke arasında daha fazla iş birliği alanı sunmak­tadır. Aynı zamanda Doğu Akdeniz bölgesinin güvenliğine ilişkin olarak Kıbrıs iki ülke arasın­daki iş birliğinde önemli bir basamak olacaktır. Özellikle Suriye’deki çatışmanın ardından bu alandaki güvenlik ve istikrarın sağlanamaması bölgedeki ülkelerin güvenliği ve bir bütün ola­rak uluslararası güvenlik için önemli bir tehdit teşkil etmektedir.

1974 yılından itibaren Kıbrıs’ın statüsü sı­kıntılı bir konu olmuştur. Fakat geçtiğimiz aylar­da Kıbrıslı hem Rum hem de Türk hükümet yet­kilileri Mayıs 2015’te başlatılan görüşmelerden bu yana mutabakatın durumu hakkında olumlu açıklamalarda bulunmuşlardır.26 Hiçbir şey kesin olmamakla birlikte iki taraf mülkiyet endişeleri ve güvenlik garantileri gibi daha önce masadan uzak tutulan ve tabu haline gelen konuları da içeren görüşmelere başlamışlardır.27 Yeni Başkan önceki yönetimlerin –özellikle Obama yönetimi­nin– Kıbrıs sorununun çözümü için son yıllarda giriştiği çabalara devam etmelidir. Hem Başkan Yardımcısı Joe Biden hem de Dışişleri Bakanı John Kerry 24 Ağustos’taki Türkiye ziyareti es­nasında barış sürecini desteklemek için Kıbrıs’a birçok kez gittiklerini ifade etmiştir. Başkan Yar­dımcısı Biden meseleyi Cumhurbaşkanı Erdo­ğan ile konuşmuş, Ankara’ya gerçekleştirdiği son ziyaretinde Kıbrıs Rum Kesimi Başkanı Nicos Anastasiades ile telefonda görüşmüş ve Ada’da­ki anlaşmazlık konusunda Obama yönetiminin önemli bir gündem ve gelişmeyi bırakmayı he­deflediğini ifade etmiştir.28

ABD çatışmada doğrudan yer almazken Kıbrıs sorununda olası bir çözümden büyük bir kazanç sağlayacaktır. Hem Türkiye hem de Yuna­nistan NATO üyesidir fakat iki ülke arasındaki sürtüşme Ege Denizi’ndeki kaçakçılıkla mücade­le gibi ittifak operasyonları planlanırken sorunlar oluşturmaktadır.29 ABD aynı zamanda BM Barış Gücü Operasyonu’na katkıda bulunmaktadır. Kıbrıs sorununun çözümü bu operasyonun ne­ticelendirilmesine ve ABD’nin yerine getirmesi gereken uluslararası bir yükümlülükten kurtul­masına sebep olabilir. ABD ilgili taraflar için bu sorunu çözemez fakat hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın müttefiki olarak Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik çabalarını destekleyebilir. Yeni Başkan çözüm yolunda dostane ya da görüşme­lerin başarısızlıkla sonuçlanacağı bir durumla göreve başlayabilir. Eğer ilki olursa yönetim ilgili tarafları ve süreci hem kamusal hem de özel ola­rak desteklemeye devam etmelidir. İkincisi olursa yönetim desteğini yeniden tasdik etmeli ve muta­bakat sürecini yeniden kurmak için çalışmalıdır.

Doğu Akdeniz’de Enerji İş Birliği

Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasındaki karma­şık ilişkilerin yanında İsrail ve Mısır’la olan iliş­kiler de bölgede ve Türkiye-ABD bağlarındaki gerginlikleri artırmaktadır. Fakat Doğu Akdeniz bölgesinde geniş petrol ve doğalgaz rezervlerinin keşfedilmesi bölgede iş birliği için geniş fırsatlar ortaya çıkarmıştır. Son 10 yıl içinde Zohr, Af­rodit, Tamar ve Leviathan rezervlerinin keşfi bu ülkeler arasında ekonomik açıdan motive edilmiş siyasi yakınlaşma ümitlerini harekete geçirmiş­tir.30 Türkiye-İsrail yakınlaşması bölgedeki enerji kaynaklarının keşfi ve işletilmesi için önemli bir fırsat sunmaktadır. Söz konusu rezervlerin bu­lunduğu Levant havzası yaklaşık olarak 700 mil­yar dolar tutarında enerjiye sahiptir.31 Birçok kişi bu alanların işletilmesi konusundaki iş birliğinin siyasi anlaşmazlıkların çözümüne yardımcı olaca­ğına inanmaktadır.32

Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Proje­si (TANAP) ve Trans Adriyatik Doğalgaz Boru Hattı’nın (TAP) her ikisi de Türkiye ve Yuna­nistan’dan geçmektedir.33 Paylaşılan ekonomik çıkarlar ülkeler arasındaki ilişkilerin yumuşama­sına yardımcı olmuştur. Bölgede ilave rezervlerin keşfedilmesi bu iki ülkenin ötesinde Mısır, İsrail ve Kıbrıs’ı da kapsayacak şekilde iş birliğini te­sis edebilir. Normalde Lübnan ve Suriye enerji konusunda ithalatçı ülkelerdir fakat Suriye’deki savaştan ve Lübnan’ın İsrail’le arasının bozuk ol­masından dolayı yeni bulunan enerji rezervleri doğrudan Türkiye ile Mısır’a yönlendirilecektir.34 TANAP ve TAP’ın geliştirilmesi yeni keşfedilen rezervlerin Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşın­ması için kullanılabilecek doğalgaz boru hattını oluşturacaktır.

Yeni keşfedilen doğalgaz ve petrol alanla­rının Türkiye’ye ulaşım yollarının geliştirilmesi Doğu Akdeniz’e ekonomik büyümeyi getirebi­lir ve bölgedeki diplomatik gerilimleri gidermek için kullanılabilecek ilişkiler kurabilir. ABD hü­kümeti arama faaliyetlerinde ve üretim-iştirak sözleşmelerinde hisseleri bulunan ABD merkezli Noble Enerji gibi şirketleri Türkiye ve diğer ül­kelerle çalışmaya teşvik etmeli ve ülkeler arasın­daki iş birliği çabalarını desteklemelidir.35 Olası ekonomik faydalara rağmen eğer bu iş birliği imkanı ele alınmazsa siyasi gerginlikler bu yön­deki gelişmelere engel olabilir. Mevcut ABD yö­netimi Türkiye-İsrail yakınlaşmasında büyük bir rol oynamıştır. İki ülke ilişkilerinin anlaşmazlık öncesindeki seviyelere dönmesi en azından yakın gelecekte pek mümkün değildir ancak Trump yönetimi bölgedeki iki önemli ortağı arasında de­vam eden uzlaşmayı teşvik etmeli ve sürdürme­lidir. ABD birçok müttefikine ve ortağına fayda sağlayacak bu enerji kaynaklarının geliştirilmesi yoluyla Doğu Akdeniz’de ekonomik ve diploma­tik iş birliğinin kolaylaştırılmasına yardımcı ol­malıdır. Eğer etkili bir şekilde kullanılırsa Doğu Akdeniz’de bölge ülkeleri ile ABD arasındaki iş birliği önemli bir jeopolitik çekim merkezi ve or­taklık alanı oluşturabilir.