Gözler, İtalya’dan Sonra Avusturya’da: Aşırı Sağ Güç Kaybediyor (mu?)
Selvi Eren, İKV Uzman Yardımcısı
2017 seçimlerinde gündemi belirleyen aşırı sağ retoriğin seçimleri şekillendirmesi ve bazı üye ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa merkeziyetçi hükümetlerin bir parçası olması AB genelinde bir değişim yaşandığını ortaya koymuştu. AP içerisinde olduğu gibi merkez sol veya merkez sağ koalisyonlarının yönettiği üye ülkelerde sisteme duyulan memnuniyetsizlikler, sistemi eleştiren politikacıları siyaset sahnesinde öncekine kıyasla çok belirgin bir farkla görünür kılmıştı. Göçmen karşıtlığı ortak paydasında yalnızca Avrupa kıtasında değil okyanusun diğer tarafında da birleşen popülist söylemler, değişim isteyen vatandaşlar için “bir sonraki seçenek” olmuştu. Bu memnuniyetsizliklerin sona erdiğini söylemek için erken olsa da alternatif olarak görülenler arasında aşırı sağın beklenileni vermediği söylenebilir. Yine de belirsizliklerin ve gelgitlerin arttığı AB politik düzleminde farklı dinamikleri benzer sonuçlar ortaya koymaları sebebiyle tek bir potanın içinde eritmek, orta vadede gerçeği doğru analiz etmenin önüne geçebiliyor. Nitekim 2017 yılından bu yana tüm Avrupa seçimlerinin aşırı sağın bir türevi olarak görülen popülizmin “zaferi” veya “yenilgisi” olarak incelenmesi, üye ülkelerin kendine özgü tarihsel, sosyal ve politik yapısının göz ardı edilmesine neden oldu.
Ne var ki eleştiri konusunda üst limit tanımayan aşırı sağcı popülist söylemler, ülke yönetimine geldiğinde vatandaşlara göstermelik bir değişim sunmanın ötesine gidemedi. Brexit sürecinin yarattığı sembolik darbeden bir anka kuşu misali daha da güçlenerek çıkan AB için aşırı sağın bu yenilgisi fazlasıyla güzel bir haber. Nitekim bu durum, 2016 yılının sonuna damga vuran Brexit ve Trumpizm ile yaratılan domino etkisinin durduğuna hatta tersine dönmüş olabileceğine işaret ediyor.
Ağustos ayında İtalyan İçişleri Bakanı aşırı sağcı Matteo Salvini’nin sistem karşıtı koalisyon ortağını “Bay Hayır” olmakla suçlamasının ardından oyun dışı kalması ve yerini AB yanlısı merkez sola bırakması, “aşırı sağ balonu patladı mı” sorularını gündeme getirmişti. Oldukça hızlı yükselen popülist aşırı sağın bir anda kendi hatası nedeniyle muhalefete geri dönmesi, merkez sağ ve sol için yeni bir umut ışığı olarak görülürken; ikinci dalga da Avusturya erken seçimlerinden geldi. Koalisyon ortağı aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ), karıştığı yolsuzluk skandalının ardından hem oylarının önemli bir kısmını hem de koalisyondaki yerini kaybetti. Ancak, her iki ülkede de aşırı sağın kan kaybettiğini söylemek için henüz erken.
Yolsuzluk Skandalının Ardından Muhafazakâr Parti’nin Koalisyon Arayışı
17 Mayıs 2019 tarihinde medyaya sızan bir video koalisyon ortağı FPÖ lideri ve Avusturya Başbakan Yardımcısı Heinz-Christian Strache’nin Rus bir oligarkın yeğeni olduğu söylenen bir kadınla gizli görüşmesini gözler önüne sermişti. Temmuz 2017’de İbiza’da çekildiği söylenen görüntülerde Strache’nin kimliği belirsiz kadın ile ülke politikasını nasıl etkileyeceğine ve karşılığında devlet ihalelerinde nasıl pay alacağına dair konuşması büyük skandal yaratmıştı. Aşırı sağcı liderin alenen yolsuzluğun içinde olması ve ülke politikasını etkilemek için Rusya ile işbirliği yapması, koalisyon ortaklığının da sonu demekti. Nitekim Strache görüntülerin ardından istifa etti ve Başbakan Sebastian Kurz da erken seçime gidileceğini açıkladı.
Güven oyuyla düşürülen ilk Avusturya Başbakanı olan Kurz, aşırı sağa yönelmiş muhafazakâr politikasının doğal ortağını bu skandal nedeniyle kaybederken; aşırı sağın kaybettiği oyları da aslında kendi bünyesinde topladı. 29 Eylül 2019 erken seçimlerinde yeniden sandığa giden Avusturyalı seçmen, FPÖ’nün yolsuzluk skandalının ardından yaklaşık 10 puan kaybetmesine neden olurken; Avusturya Halk Partisi (ÖVP) oylarını %7 artırdı.
“İbiza Skandalı”nın tüm dengeleri değiştirmesinin ardından FPÖ dışında seçeneklere yönelmesi gereken Kurz’un böylesi bir skandaldan daha da sağlam çıkması, aslında kendisi için bir şans. Nitekim ÖVP’nin artan oylarının gösterdiği üzere FPÖ sadece ve sadece Strache’nin ortaya çıkan videosu nedeniyle oy kaybetti, aşırı sağ politikalara duyulan tepki nedeniyle değil. Hatta 15 Ekim 2017’de gerçekleşen genel seçimler öncesi ÖVP’nin liderliğini devralan Kurz’un FPÖ’nün yabancı karşıtı söylemlerini fazlasıyla benimsemesi, iki parti arasında yaşanan gerilimin tetikleyicisiydi. Kurz’un retoriğinden bu derece beslendiği bir partiyi koalisyon ortağı yapması süreç içerisinde doğal gelişse de; gelinen noktada aşırı sağcı FPÖ kendisine verilen bu şansı boşa kullanmış oldu.
Kurz için de geleneksel ortağı sosyal demokratlar (SPÖ) ve FPÖ çıkarıldığında geriye kalan tek partinin vatandaşlar tarafından desteklenme oranını iklim krizinin yarattığı farkındalıkla 9 puan artıran Yeşiller olduğu ortada. Vergilendirme, eğitim ve sosyal haklar konusunda ideolojik farklılıklara sahip iki partinin oluşturacağı koalisyon, Başbakanlık koltuğuna daha güçlü bir şekilde oturacak olan Sebastian Kurz’un istediği konjonktürden oldukça uzak. Göçmen krizinin başladığı 2015 yılından sonra hızla yükselen Kurz’un muhafazakâr parti içerisinde artan milliyetçi söylemleri, ÖVP’yi merkez sağdan aşırı sağa kaydırırken; ülke siyasetinin ana çerçevesini de “Avusturya değerlerini korumak” olarak çizmişti. Kendi hataları nedeniyle siyaset sahnesinden ekarte edilen aşırı sağın da gücünü eline alan Kurz, merkez ile aşırı arasındaki sağ çizgisini tek elde toplamayı başardı. Fakat merkez sol Yeşiller ile koalisyon kuracak olması, elindeki gücü daha ne kadar tutabileceği konusunda farklı yorumlara yol açıyor. Nitekim Kurz’un ülkedeki en eski partilerden biri olan ÖVP’nin lideri olmasının yanı sıra göçmen krizi gibi politik gücünü konsolide edebildiği bir konjonktürün var olması, Kurz’un doğru yerde doğru zamanda bulunan bir politikacı olduğunu gösteriyor. İklim krizi odağında sosyal politikalara ağırlık veren bir koalisyon ortağıyla beraber bu şansını devam ettirip ettiremeyeceği belki de Kurz’un şimdiye kadar verdiği en büyük sınav olacak.
Her ne kadar hem İtalya hem de Avusturya’daki gelişmeler, yeni bir dönemin kapılarını aralasa da başarısız olmuş bir retorikten söz edilmesi mümkün değil. Sonuç olarak Matteo Salvini’nin hükümette olmadığı gerçeği, ülke genelinde desteklenme oranını AB şüpheci ve yabancı karşıtı politikalarıyla %35’e yükseltmeyi başarmasını yalanlamıyor. Aynı şekilde FPÖ’nün İbiza Skandalı yüzünden koalisyon ortağı olma şansını kaybetmesi, azalan oylarının aşırı sağ retoriği benimsemiş Sebastian Kurz’a kaymış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Aksine yanlış algılara kapılma riskinin hiç olmadığı kadar yüksek olduğuna işaret ediyor. AB yanlısı sol hükümetin hata yapmasını beklerken uzun vadede daha güçlenmesi işten bile olmayan Matteo Salvini ile milliyetçi parti güç kaybederken aşırı sağ retoriği kendi bünyesine alan Sebastian Kurz, partiler nezdinde değerlendirme yapmanın hata olduğunu gösteriyor. Nitekim retoriğin sahibi siyasi partinin siyaset sahnesinden çekilmiş olması, popülist aşırı sağ retoriğin vatandaşlar tarafından yadsınamaz oranda benimsendiği gerçeğini henüz değiştirmiyor. KASIM 2019