Küresel Finans Krizi ve Yeni Korumacılığın Yükselişi
SADIK ÜNAY, ŞERİF DİLEK / SETA
1970’lerden sonra gelişmiş ekonomiler sanayi yatırımlarını başta Asya’dakiler olmak üzere gelişmekte olan ülkelere kaydırmaya başlayarak üretim merkezlerini bol ve ucuz emek ile maliyet avantajı yaratan coğrafyalarda oluşturmuşlardır. Gelişmiş ülkeler üretim ve imalat sanayii yatırımlarını yurt dışına çıkartarak daha çok bilgi, finans ve hizmet sektörlerinde mesafe kat etmişlerdir. Ekonomideki bu paradigmatik değişimden sonra ABD finansal anlamda küresel bir merkez olmuş ve giderek artan bu finansal güç 2008 kriziyle beraber ABD ekonomisinin güvenilirliğine ciddi zararlar vermiştir. 2008 krizi direkt bankacılık başta olmak üzere finansal sektörlerde patlak verdiği için bu alanlara küresel olarak duyulan güven sarsılmıştır. Finansal krizin farklı ülkelerdeki yansıması ise ülke ekonomilerinin sektörel yapıları üzerinden etkisini hızlıca göstermiştir.
Nitekim ekonomik yapısı ağırlıklı olarak hizmet sektörüne dayalı İspanya, Yunanistan, Fransa gibi Avrupa ülkeleri krizden daha çok etkilenirken Almanya gibi imalat sanayii ve ihracat ağırlıklı ekonomiler daha az yara almakla kalmamış krizi fırsata çevirmeyi de başarmıştır.
Geniş çaplı finansal krizler etkilerini ekonomik olarak hemen hemen tüm sektörlerde göstermektedir. Krizin ilk yansımaları küresel ticaretin akışında keskin bir düşüş ile kendini belli ederken talebin düşüşüne bağlı bir şekilde üretim ve istihdamda da azalma yaşanmaktadır. Bu sancılı ekonomik süreçte ulusal çıkarlarını korumak amacıyla çok sayıda ülke ilk tepki olarak korumacı önlemlere başvurmaktadır. Genel olarak dünya ekonomisinde serbestleşme ve korumacılık yazınında yaşanan değişimin dönemlendirmesi Tablo 2’de gösterilmiştir.
Bakıldığında serbest ticaretin ilk genişleme dönemi Britanya’nın dünya sistemindeki hakim rolü eşliğinde gerçekleşmiş ikinci genişleme döneminde ABD bu rolü devralmış ve üçüncü dönemde ise Çin ABD’yi özellikle dış ticaret alanında tehdit etmeye başlamıştır. Ancak üçüncü genişleme döneminin önceki iki dönemden kategorik biçimde farklılaştığı da dikkat çekmektedir. Dünya ekonomisinde ilk iki dönemdeki gibi yeni bir hegemon devletin yükselişinden ziyade ABD’nin ekonomik gücünün göreli olarak gerilemesi gözlemlenmektedir. Bu anlamıyla günümüz dünya sistemi eski hegemonik devletin gerilemeye başladığı ancak yenisinin ise net olarak ortaya çıkamadığı bir “ara dönem” görüntüsü vermektedir.
Günümüzde çokça bahsedilen yeni korumacılığın yükselişine en temel gerekçe olarak küresel güçlerin ulusal ekonomik çıkarlarının tehdit altında olduğuna dair algıları gösterilmektedir. Özellikle son yıllarda kırılgan bir görünüm veren finans-bankacılık sektörü temelinde kalkınmanın sürdürülebilir olmaması ulusal karar alıcıları sanayi sektörlerini canlandırmak için yeni korumacı önlemlere götürmektedir. Bu sebeple ABD’de Trump yönetimi ve Avrupalı liderlerin başını çektiği gelişmiş ülkeler yurt dışında bulunan sanayi kuruluşlarını yeniden kendi ülkelerine çekmek için birtakım politika, teşvik ve sübvansiyonlar uygulamaktadır. Gelişmiş devletler küresel finans krizinin ardından yeniden sanayinin önemini kavramış ve özellikle Asya’ya doğru kayan sanayilerini kendi topraklarına çekmek için önlemler almaya girişmişlerdir.
Son yıllarda düşük maliyet ile sınai üretim yapan Doğu Asya ülkeleri başta olmak üzere gelişmekte olan devletlerin kazandıkları rekabet avantajını yeniden elde etmek Batılı güçlerin stratejilerinin temel amacını oluşturmaktadır. Sanayileşmiş Batı ile sanayileşen Doğu ülkeleri arasındaki bilimsel-teknolojik farkın azalması ve refahın tekrardan Doğu’ya kayması endişesi Batılı gelişmiş ülkeleri küresel ekonomideki pozisyonlarını koruma çabasına ya da yeniden sanayi sektörünü canlandırma arayışlarına itmektedir. Bu doğrultuda uygulanacak politikalarla fabrikalar ve sanayi tesislerinin anavatanlarına geri çağrılmaları sonucu üretim ve istihdamı yükselterek refah artışına katkı vermek hedeflenmektedir.
Yukarıda değinilen sebeplerden dolayı gelişmiş ülkeler gelecek potansiyeli arz eden ürünlere yönelik sanayi özelinde yeni korumacılık politikaları uygulamaya koymuşlardır. Bunun en çarpıcı örnekleri küresel finans krizi sonrası uygulanan politikalarda görülürken son dönemlerde İngiltere ve ABD yönetimlerinin söylemlerinde bu vurguları açıkça görmek mümkündür. İngiltere Başkanı Theresa May’in ekonomik anlamda attığı adımların ilki yurt dışına kaybedilen imalat sanayiinin tekrardan İngiltere’ye kazandırılması icin kapsamlı bir sanayi stratejisi oluşturulmasıdır. Şekil 1’de 2008-2017 yılları arasında G20 üyesi ülkelerin ticaret politikası alanında uyguladıkları korumacı düzenlemeler gösterilmektedir. Görüldüğü gibi ABD 2008’den beri uyguladığı korumacı politikalar ile G20 ülkeleri arasında bu politikaları en fazla hayata geçiren ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD Başkanı Donald Trump’ın işbaşına gelmesi ile birlikte yeni kormacı politikaların daha fazla ivme kazandığı anlaşılmaktadır.
Trump’ın başkanlık döneminde adil olmadığını belirttiği ticari anlaşma ve iş birliklerini yeniden gözden geçirmesi küresel gündemde önemli yer bulmuştur. Bu doğrultuda yapılan analizlerde ABD’nin uygulayacağı potansiyel korumacı politikaların daha fazla istihdam ve yatırım oluşturacağı düşüncesinin yanlışlığı dillendirilmekte, ABD’nin böylesi korumacı politikalarının hem kendi hem de dünyanın geri kalanı icin fayda sağlamayacağı ve uzun dönemde izolasyonist politikaların negatif etkisi olacağı vurgulanmaktadır.
Nitekim 2017 yılında Hamburg’da düzenlenen G20 Zirvesi’nin ana gündem meselelerinden birisi ABD’nin Trump ile hayata geçirdiği korumacılık politikalarına yönelik endişeler olmuştur. Zirve öncesinde Alman Başbakanı Angela Merkel, ABD Başkanı Trump’ın politikalarını eleştirerek dünyanın sorunlarının izolasyonist ve korumacı politikalar ile çözülemeyeceğine işaret etmiştir. Merkel’in küresel ekonominin içinde bulunduğu durumu özetleyen sözleri şu resmi ortaya koymaktadır: Çin ve Almanya gibi ulusal zenginlik ve refahlarını büyük oranda dış ticarete dayalı sürdüren ülkeler serbest ticaretin savunuculuğunu yaparken ABD ve İngiltere gibi sanayileşme süreçlerini erken ve hızlı tamamlayan devletler ise daha yoğun korumacı politikaların temsilciliğini üstlenmektedir. ABD Başkanı Trump’ın yaklaşımları ve İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı (Brexit) uluslararası ekonomide küreselleşme karşıtı korumacılık eğiliminin yükselişini göstermektedir. Öte yandan Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in son yıllarda serbest ticaret ve küreselleşme yönünde uluslararası alandaki söylemleri dikkat çekmektedir. Örneğin Jinping’in Davos Zirvesi’nde ticaret savaşlarından hiç kimsenin kazançlı çıkamayacağını ifade ederken kullandığı benzetmeler ilginçtir:
Yerli ekonomiyi korumaya yönelik ekonomik politikalar uygulamak, tıpkı kendini karanlık bir odaya kilitlemek gibidir. Rüzgar ve yağmur dışarıda tutulabilir belki, ama içeri ışık ve hava da girmez.
Pekin’in yeni finansal düzenin öncülüğünü üstlenmek yolunda kurduğu Asya Altyapı Yatırım Bankası (Asian Infrastructure Investment Bank-AIIB), BRICS Yeni Kalkınma Bankası, BRICS Acil Durum Rezerv Anlaşması, Bölgesel Ekonomik Ortaklık (RCEP) gibi kurumlar 21. yüzyılda Batı merkezli Bretton Woods kurumlarına karşı bir alternatif düzenin ilk adımları olarak anlaşılabilir. ABD güdümündeki Dünya Bankası ve Japonya’nın etkin olduğu Asya Kalkınma Bankası karşısında küresel güç arayışını sürdüren Çin, AIIB ile bunu kurumsallaştırdı. Bu süreçte Pekin’in Asya-Afrika-Avrupa arasında kesintisiz ulaşımı, ticaret ve altyapı girişimini temsil eden “Bir Kuşak Bir Yol” projesi de büyük bir öneme haizdir. Çin’in liderliğini yürüttüğü bu projenin ABD’nin Avrupa’yı yeniden inşa ve kalkındırma sürecinde uyguladığı Marshall Planı’ndan bile daha kapsamlı ve kapsayıcı olduğu iddia edilmektedir. Çin’in Avrasya ekseninde kara, deniz ve hava kanalları ile devasa altyapı yatırımları üzerinden yeniden tanımlamak istediği bölgesel entegrasyon küresel ticarette tüm dengeleri yeniden belirleyebilir.
ABD Başkanı Trump tarafından dillendirilen korumacı Amerikan stratejisi ise ABD’nin Çin ve Meksika gibi ülkelere kaptırdığı üretim tesisleri ve istihdam potansiyelini tekrardan elde etmek, serbest ticaret anlaşmalarını (NAFTA) yeniden tartışmak, ticari ilişkileri güçlendiren iş birliklerini (TPP) feshetmek gibi Amerikan ekonomisini güçlendireceği düşünülen korumacı önlemlere dayalıdır. Trump seçim kampanyası sürecinde seçmenleri “America First” (Önce Amerika) söylemi üzerinden yönlendirdiği gibi Başkan olduktan sonra uyguladığı ekonomik milliyetçilik politikaları da eski moda korumacılıktan pek uzak değildir. Bu popülist söylemlerden yansıyan izolasyoncu ve korumacı politikalar küresel ekonomide endişe ile karşılanmakta ve bunların aynen uygulanması halinde küresel çapta ticaret savaşlarının tetiklenebileceği ifade edilmektedir. Bu bakımdan Trump’ın “America First” ve “Make America Great Again” (Amerika’yı Tekrar Büyük Yapmak) gibi sloganlarla dillendirdiği korumacı ticaret politikalarının uygulamaya konulması başta Çin olmak üzere ABD’nin başlıca rakiplerini karşılık vermeye zorlayabilir. Dünya ticaretinde önemli rol oynayan ülkelerin korumacı politikalara yönelmeleri ise olası bir daralmayı, kur ve ticaret savaşlarını gündeme getirebilir.
GÜNÜMÜZDE YENİ KORUMACILIK ÖRNEKLERİ
Modern dönemde ulus devletlerin ulusal, bölgesel ve küresel çıkar algılamaları çerçevesinde ekonomik korumacılık ve liberalleşme tedbirlerini farklı sektörler özelinde farklı dozlarda sentezleyerek uygulamaya geçirdikleri görülmektedir. Finansal ve ekonomik krizlerden sonra ülkeler mevcut ekonomik ve stratejik politikalarını yeni duruma adapte olmak için değiştirmektedir. Küresel krizlerden sonra gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler yerel sanayi ve üreticilerini korumak için tarife dışı engelleri de barındıran bir dizi korumacı ticaret politikası aracına başvurmaktadır. Dünya ticaretinin daralmasına yol açan bu uygulamalar aynı zamanda “Komşunu fakirleştir” (beggar-thy-neighbour) politikaları/stratejileri olarak da dillendirilmektedir. Bu tip kriz dönemlerinde ulusal yönetimler başlıca rakiplerine karşı korumacı önlemler uygulayarak kendilerine bir rekabet avantajı sağlamaya çalışır. Krizlerin tarihine baktığımızda bu korumacı politikaların farklı örneklerine sıkça rastlayabiliriz. Örneğin ABD ve İngiltere gibi gelişmiş ülkeler 1929 krizinden sonra “Komşunu fakirleştir, kendini zengin et” dürtüsü ile hareket ederek küresel krizin etkilerinden kurtulmak için korumacı önlemlere başvurmuşlardır.
Küresel finans krizi sonrası dönemde de özellikle G20 ülkelerinde artan düzeyde bir korumacılık anlayışı göze çarpmaktadır. DTÖ tarafından yayınlanan bir rapor G20 ülkelerinin Ekim 2015 ve Mayıs 2016 tarihleri arasında 145 adet yeni korumacılık önlemi aldığını vurgulamaktadır. Söz konusu ticari önlemlerin ortalamasının aylık 21 olması G20 ülkesi ekonomilerinin DTÖ tarafından mercek altına alındığı 2009’dan itibaren en büyük artışın yaşandığını göstermektedir. Böylece G20 ülkelerinin uyguladığı ticari engeller küresel finans krizinden sonra görülen en yüksek aylık ortalama korumacı ticaret önlemleri olarak kaydedilmektedir. Bununla beraber raporda G20 ülkelerinin kriz sonrası yürürlüğe giren 1.583 korumacılık tedbirlerinden yalnızca 387 tanesini daha sonra kaldırdıkları belirtilmektedir. Çin’de üretilen uygun fiyatlı ürünlerin diğer ülkelerin iç piyasalarında haksız rekabete sebep olduğu yönündeki iddialar korumacılığın artışının en önemli sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir. Haksız rekabeti engelleyebilmek iddiasıyla birçok ülke Çin ürünlerine karşı anti-damping uygulamalarını yürürlüğe koymuştur.
Küresel kriz sonrasında ekonomik göstergelerin daha da kötüleşmesi ve etkilerinin ekonomik aktörler tarafından iyice hissedilmeye başlanmasıyla birlikte uluslararası anlaşmaları ve serbest
piyasa ekonomisinin temel mantığını zedeleyen korumacı tedbirlerin uzun vadede pek çok ülke için bir kurtuluş reçetesi olacağı inancı yaygınlık kazanmıştır. Böylece ekonomik kriz sonrası baş gösteren durgunluğa yakalanmamak ve krizin etkilerini hızla atlatmak için birçok ülke ithal ürünlere karşı yerli ürünlerini ve sanayilerini koruma politikalarına daha sıkı sarılmıştır. Rekabet içindeki bazı ülkelerin devreye soktukları korumacı önlemlere karşı rakiplerinin de benzer korumacılık politikalarına başvurmaları ticareti kısıtlayıcı tedbirlerin yaygınlaşmasını tetiklemektedir.
Korumacılığın uygulandığı alanlar genellikle ilgili ülkelerin kritik diye tabir edilen sektörlerini oluşturmaktadır. Küresel finans krizi sonrası korumacı politikaların hayata geçirildiği sektörler ve ülkeler büyük farklılıklar göstermektedir. Bu sektörler arasında otomotiv, demir çelik, tekstil ve giyim, tarım ve gıda, enerji, denizcilik, bilgi ve iletişim teknolojileri, hizmetler yer almaktadır. Örneğin ABD yönetimi Şubat 2009’da yerel ürünlerin satın alınmasını teşvik eden “Buy American” (Amerikan Malı Satın Al) politikasını da içeren İyileşme ve Yeniden Yatırım Kanunu’nu (Recovery and Reinvestment Act of 2009) yürürlüğe koydu. ABD bu kanunla açtığı 800 milyarlık destek paketi ile Keynezyen politikaları benimseyerek kendi üreticilerini müdahaleci bir mantıkla desteklemeye başladı ve örtülü bir ticaret savaşını da tetikledi. Nitekim ABD’nin demir çelik ithalatına sınırlama getiren ekonomik destek paketini açıklamasından sonra uluslararası düzlemde uygulanan korumacılık politikalarında hızlı bir yükseliş yaşandı.
ABD’de bu yasanın yürürlüğe girmesi ve korumacı politikalar izlenmesiyle eş zamanlı olarak Endonezya “Buy Indonesian” (Endonezya Malı Satın Al) ve Avusturya bir eyaleti olan Viktorya’ya atıfla “Buy Victorian” (Viktorya malı satın al) kampanyalarını başlattı. Hindistan Başbakanı Mondi ise ülkesini küresel imalat merkezi yapma hedefiyle “Make in India” (Hindistan’da Üret) sloganını kullanarak düşük iş gücü ve maliyet avantajıyla daha fazla yatırım çekme stratejisini hayata geçirdi. Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi Avrupa ülkeleri otomotiv endüstrileri için kurtarma önlemlerini arka arkaya ilan etti ve Arjantin, Hindistan ve Endonezya yeni ithalat lisanslama (import licensing) sistemleri başlattı. Ekvator, Rusya ve Ukrayna otomobil, elektrikli eşya, demir çelik ve makine de dahil olmak üzere geniş bir yelpazede ithal ürünler için yeni gümrük tarifeleri getirdi.
Ulusal yönetimlerin başvurdukları korumacı önlemler arasında otomotiv sektörünü kurtarma planları başı çekmiş ve küresel krizin etkileriyle beraber bazı ülkeler hızla korumacılık politikalarını devreye sokmuşlardır. Özellikle Amerikan toplumunda hem sanayileşme hem de ürettiği istihdam açısından otomotiv sektörüne büyük önem atfedilmektedir. Küresel krizden etkilenen Amerikan otomotiv sektörü aynı zamanda güçlenen dış rekabeti göğüslemek zorunda kalmıştı. Ekonomik ve sosyal önemleri dolayısıyla batırılmayacak derecede büyük (too big to fail) ABD’nin üç büyük otomotiv üreticisi (Big Three) Ford, General Motors ve Chrysler küresel krizin ardından iflasın eşiğinde olduklarını kamuoyuna açıklayarak devletten koruma talep etmişti. Sonuçta ABD yönetimi bu üç dev şirketin iflasını önlemekle kalmamış aynı zamanda operasyonel faaliyet göstermelerini sağlayarak müdahale etmiş ve sembol otomobil üreticisi General Motors’un yüzde 60’ına ortak olmuştur.
Kriz sürecinde Chrysler ve General Motors şirketleri ABD hükümetinden 17,4 milyar dolar borç almış, Fransa Renault ve Peugeot’a yaklaşık 3’er milyar dolar borç vermiş ve Renault Trucks’a 500 milyon avro kamu desteği önermiştir. Mali destek karşılığında bu şirketlerin başka ülkelerdeki ve özellikle de Orta ve Doğu Avrupa’daki fabrikalarını kapatıp Fransa’ya taşımalarının şart koşulması korumacılık eğiliminin Fransa’da güncel bir politika aracı olarak uygulandığını göstermektedir. İtalya, Almanya, İsveç ve Birleşik Krallık ise kendi şirketlerine 1,2 milyar dolardan 4 milyar dolara kadar değişen miktarlarda devlet yardımı taahhüt etmiştir. Diğer yandan ulusal otomotiv sektörünü canlandırmak için Almanya 9, 10 veya 15 yıllık araçlarını en az bir senelik ve sürüm şartlarına uyanlarla değiştiren vatandaşlarına 2 bin 500 avro yardımda bulunmuş ve benzer uygulamalar diğer Avrupa ülkelerinde de (Fransa, İtalya, Avusturya, Portekiz, Romanya) büyük otomotiv şirketlerine cömert kredi yardımları verme yönünde gerçekleşmiştir. Ayrıca Alman hükümeti, ülkenin ileri teknoloji şirketlerinin özellikle Avrupa dışındaki devletlerin KİT’leri tarafından satın alınmasını önlemeye yönelik ciddi adımlar atmış ve Alman Ekonomi Bakanı Brigitte Zypries özellikle Çinli şirketlerin Avrupa’daki yüksek teknolojili firmaları satın almasını önlemeye yönelik AB’nin harekete geçmesini istemiştir. Keynezyen politikaların talep destekleyici benzerlerini Rusya da yerli ve yeni otomotiv alımlarında hazine yardımında bulunarak göstermiştir.
Ancak dünya genelinde ticareti kısıtlayan tedbirler ve korumacılık desteklerinin hızla artmasıyla birlikte DTÖ yeni ticari önlemlerin uygulanmasını izlemek için Ekim 2008’de bir komisyon oluşturmak durumunda kalmıştır. Bu arada ABD, Avrupa ülkeleri ve Japonya küresel krizin etkisiyle beraber uluslararası finans piyasalarındaki durgunluk karşısında reel sektörlerini korumak için devletleştirme, faiz indirimleri ve destek programları uygulamaya devam etmiştir. Finansal sektörü kurtarmak için ABD 2009 Şubat’ta 1,7 trilyon dolar, Avrupa ülkeleri ise yaklaşık 2 trilyon dolar harcama yaparken Japonya 1990’lardaki durgunluktan sonra ilk defa ciddi bir ekonomik küçülme yaşamıştır.
Son yıllarda Fransa, ABD, İngiltere gibi gelişmiş ülkelerin yanı sıra gelişmekte olan ülkelerin de korumacı politikalara başvurdukları görülmektedir. Bunlar arasında tarife artışları korumacılığın diğer bir klasik aracı olarak devreye sokulmuştur. Örneğin Brezilya, AB, Hindistan, Türkiye ve Vietnam belli başlı ürünlere yönelik tarifelerini artırırken Ekvator, Rusya ve Ukrayna birçok ürünle ilgili yeni tarifeler uygulamıştır. Bununla birlikte demir çelik ürünlerine ilişkin tarifeler çok sayıda ülke tarafından gündeme getirilmiştir. Örneğin Hindistan Kasım 2008’de bazı demir çelik ürünlerinin tarifelerini yüzde sıfırdan yüzde 5’e yükseltmiştir. Ocak 2009’da Türkiye sıcak haddelenmiş çelik üzerindeki gümrük tarifesini yüzde 5’ten yüzde 13’e, soğuk haddelenmiş çelik üzerindeki tarifeyi ise yüzde 6’dan yüzde 14’e çıkarmıştır. Nisan 2009’da Vietnam yarı mamul demir ve çelik ürünlerine, haddelenmiş çeliklere, çelik çubuklara, çelik tellere ve demir ve çelik borulara uyguladığı tarifeleri birkaç puan artırmıştır. Haziran 2009’da Brezilya sıcak ve soğuk haddelenmiş saçlar da dahil olmak üzere yedi demir çelik ürününün tarifelerini sıfırdan yüzde 14’e kadar yükseltmiştir.
Küresel sanayi ve teknoloji rekabetinde her zaman önemli bir güç olan ancak rekabetçi kıvraklığını son yıllarda kaybetmeye başladığı izlenimi veren Japonya’da da korumacı sanayi politikalarının tekrardan önem kazandığı görülmektedir. Başbakan Abe’nin uyguladığı stratejik destek politikalarıyla Japonya akıllı telefonlar, LCD paneller, düz ekran televizyonlar, yarı iletkenler, güneş pilleri ve navigasyon sistemleri gibi teknoloji yoğun sanayi ürünlerinde Güney Kore ve Çin gibi yükselen Asya ekonomilerine kaptırdığı rekabet avantajını geri kazanmak için yeni yaklaşımlar ortaya koymaya çalışmaktadır. Anti-damping hareketleri ise giderek yaygınlaşmaktadır. AB birçok Çin mamulüne ve ABD’nin biyodizel ürününe karşı anti-damping vergisi uygulamış ve ihracat desteklerini günlük üretim için geçerli kılmıştır.
Avrupa Komisyonu tarafından 2013 Eylül ayı başında yayımlanan Ticaret Potansiyelini Kısıtlayıcı Önlemler Raporu’nda özellikle AB ülkelerinin 2008 yılından bu yana 700 kez ticareti sınırlama önlemi aldığı ve küresel ölçekteki ithalat ürünlerine vergi koyma eylemlerinin belirgin bir biçimde arttığına yer verildi. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere gelişmekte olan ülkeler yerli ürün ve sanayilerini korumak yolunda daha çok sübvansiyon ve şirketlerine finansal destek sağlarken bu maliyetleri karşılayamayan ve ulusal şirketlerinin borçlarını finanse edemeyen gelişmekte olan ekonomiler ise korumacılığın en bilinen yöntemlerinden tarifeleri artırmak ve diğer mali koruma önlemlerine başvurmuştur. Bu önlemlerden biri de damping uygulamasıdır. Söz konusu uygulama ile ihracatçı ülke mallarını değerinin altında satarak piyasada rakiplerine karşı üstünlük kazanmaktadır. AB’nin Çin’den ithal edilen güneş enerjisi panelleri için yürürlüğe soktuğu damping karşıtı vergi uygulaması buna güzel bir örnek olarak gösterilebilir. AB Ticaret Komisyonu Başkanı Karel De Gucht, Çin’in Avrupa’da sattığı panellerin fiyatının yüzde 88 daha yüksek olması gerektiğini açıklamıştır. Bu nedenle Avrupa Komisyonu Çin’den ithal edilen güneş panellerine damping karşıtı vergi getirmiştir. Bunun karşılığında Çin, AB’den alınan şaraplara karşı damping ve sübvansiyon soruşturması başlatmıştır.
Kriz sonrası uygulanan korumacı eğilimler sadece mal piyasasında ürün ve sektör ile sınırlı kalmadı ve iş gücü piyasalarında da görülmeye başlandı. Kriz sonrası yaşanan yüksek işsizlik oranları ulusal karar alıcıların korumacılık doğrultusunda emek piyasasında birtakım önlemler hayata geçirmelerine yol açtı. Malezya’da yabancı işçilere kısıtlamalar getirilmesi ve işçi çıkarılması durumunda yabancı uyruklu işçilere öncelik verilmesinin şart koşulması, Fransa, İspanya ve İtalya’da bazı sektörlerde yerli işçi çalıştırmanın zorunlu hale getirilmesi buna örnek verilebilir. İngiltere’de bir petrol projesinde görev alacak İtalyan şirketin sadece İtalyan işçi ve mühendislerini çalıştıracağının ortaya çıkması üzerine bu kararın bazı İngiliz sendikalar tarafından gösteri ve grevlerle protesto edilmesi de önemlidir. Dönemin İngiltere Başbakanı Gordon Brown “İngiliz işleri İngilizlere” diyerek ekonomik milliyetçilik içeren bir siyasi söylem ile gündeme gelmiştir. Hem Başbakan hem de sendikaların İngiltere’de yabancı işçilerin çalışamayacağı konusunu özellikle vurgulaması artan korumacılık eğilimini gösteren dikkat çekici bir örnek olmuştur.
Kur Savaşları
Ulusal karar alıcıların bilinçli bir şekilde para birimlerinin değerini düşürmesi (devalüasyon) birçok ülkenin korumacılık stratejisi çerçevesinde başvurduğu bir önlem olarak dikkat çekmektedir. Yaşanan finansal krizler sonrasında ülkelerin ekonomik büyümeye dış ticaret kanalıyla destek vermek için para birimlerinin değerini düşürme politikaları, “kur savaşları” ya da “rekabetçi devalüasyonlar” kavramlarıyla ifade edilmektedir. Son yıllarda küresel ekonomideki likidite bolluğu ve bu likiditenin hızlı hareket etmesi küresel ölçekte finansal tahribatlara neden olmaktadır. Bu da birçok ülkenin para-kur politikalarını kendi ulusal önceliklerinden ziyade diğer ülkelerin politikalarını engellemeyi hedefleyen stratejik hamleleri beraberinde getirmiş ve “kur savaşları”nı tetiklemiştir.
Korumacı politikaların diğer bir türü olan kur savaşları yoluyla ülkeler ticari rekabette ürünlerini ucuzlatıp avantaj elde etmek için ulusal paralarını değersizleştirerek ihracat kapasitelerini artırmaya çalışmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki bilgi ve iletişim çağında birçok ülkenin para arzını yükseltmek suretiyle ulusal döviz kurlarını bilerek değersizleştirmesi beklenilen sonucu vermeyecektir. Dünyada tüm ülkelerin olası bir durumda aynı politikayı uygulaması tüm para birimlerinin aynı anda değerlerini yitirmesine ve 1930’lardaki gibi nihai galibi olmayan bir kur savaşının başlamasına yol açabilir.
Orijinal Bretton Woods sistemi içinde birçok ülke ihracatını artırmak amacıyla döviz kurunda ince ayarlamalara dönük politikalar uygularken bu yaklaşım henüz sistematik bir kur savaşına dönüşmemişti. Ancak 2008 küresel finans krizi bu eğilimi kökten değiştirmiştir. Japonya, ABD ve AB’nin başını çektiği ülkeler ihracat düzeylerini artırarak iç piyasalarında yaşanan durgunluğu telafi edebilmek için rekabetçi devalüasyon yaklaşımını bir ilaç olarak gördüler. Önde gelen gelişmekte olan ülkelerin de bu sürece katılmaları durumunda olası bir uluslararası kur savaşı senaryosu daha yüksek sesle tartışılacaktır. Birçok ülkenin aynı anda rekabetçi devalüasyon politikaları uygulaması halinde döviz kurları açısından sağlıksız bir noktaya gidilebilir ve böyle bir savaştan hiçbir ülke göreceli bir rekabet avantajı sağlayamaz. Ancak günün sonunda küresel piyasalarda daha fazla likidite bulunmuş olur.
Yalnız küresel krizin etkilerini atlatmak için uygulanan genişlemeci maliye ve para politikalarında ipin ucu kaçarsa piyasalar yeni bir balonun patlamasına neden olabilir. 2000 yılının başlarında patlayan “Dot-com” internet ve teknoloji balonunun ABD ekonomisine yaşatabileceği muhtemel etkilerin önüne geçmek için dönemin Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan’in uyguladığı genişlemeci politikaların konut balonunun ortaya çıkmasında önemli rolü olmuştur. İktisatçılar ve politika yapıcıların bu olaydan önemli dersler almaları gerektiğine inanıyoruz. Kur savaşlarının sebep olabileceği para bolluğu eğer iyi bir şekilde yönetilemezse önümüzdeki 10 yıllık süreçte bu durum yeni balonlar oluşmasına ve nihayetinde bunların patlamasına yol açabilir ki kur savaşı tartışmalarında üzerinde düşünülmesi gereken önemli konulardan birisi de budur. Kriz sonrası süreçte merkez bankaları ve bankacılık sektörlerinin kritik sanayi ve teknoloji alanlarında yapısal dönüşümü hızlandırmak için stratejik görülen şirketlerin tahvillerini satın almak ve düşük kur politikası uygulamak gibi adımlar attıkları vurgulanmalıdır. Örneğin Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve İngiliz Merkez Bankası reel sektöre likidite sağlamak için finans ve sanayi arasındaki perdeyi kaldırarak doğrudan sanayi-teknoloji şirketlerinin tahvillerini satın almaya başlamıştır. Bu adımlar doğrudan korumacıdır. Merkez bankaları böylelikle bankaların düzgün işlemeyen aracı kurum fonksiyonlarının etrafından dolaşarak reel sektör yatırımlarının artmasına yönelik direkt sanayi finansmanı sağlamaktadır. Türkiye’de de Merkez Bankası’nın benzer araçlar kullanarak sanayi-teknoloji politikasına aktif bir şekilde müdahil olması gerektiğini savunan bazı çalışmalar yapılmıştır. Bazı iktisatçılar bu tür politikaların piyasaları canlandırmak için bankaları fonlamaktan daha etkin olacağını savunurken bazıları ise merkez bankalarının şirket tahvillerini satın almalarını piyasalarda rekabeti bozacak bir millileştirme hamlesi olarak yorumlamaktadır.