Musul’u neden kaybettik?
Feridun Kandemir’in Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay kitabından nakledilmiştir.
Son zamanlarda Rauf Beyle, bir gün Londra’dan bahsederken hatıralarında bu anlaşma hakkındaki hükmünü ifade eden: ‘Memleket hesabına yapılması imkanı olanın, en iyisi yapılabilmiştir’ sözü üzerinde durmak istedim.
Gerçi aynı sözü, Lozan Muahedesinin esaslarını hazırlanmış, imzaladıktan sonra da Büyük Millet Meclisinde müdafaasını yaparak, kabulünü istemiş olan eski Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey de, söylüyor. Fakat, ‘Ne yapayım, milletvekilleri huzurunda müdafaasını yaptığım bir muahedenin, artık kusurlarından bahsetmekte mazurum’ diyerek… Sizde aynı düşüncede misiniz beyefendi?
Rauf Bey, bir müddet düşündü, sonra:
-İfadem sarihtir, ‘imkânı olanın’ diyorum. Daha iyisini yapmaya imkan olmadı. Yoksa kayıtsız şartsız ‘Lozan Muahedesi, yapmak istediğimiz en iyisi olmuştur’ demiyorum. Elbette, istediğimiz hem de memleketin menfaatleri bakımından üzerinde ehemmiyetle durarak, ısrarla istediğimiz birçok şeyleri alamamışızdır. Mesela, Yunanlılardan tazminat alamamışızdır. Musul da öyle, bunca çalışmalara rağmen, gitmiştir. Fakat bu noktalardaki başarısızlığın sebebi veya sebepleri üzerinde durmanın zamanı değildir. Elbette tarih onları da kurcalayacak, aydınlatacaktır. Bilhassa Musul için söylenecek çok söz vardır. Bu mesele o zamanlar, Mecliste de gizli celselerde uzun böyle tartışmalara sebep olmuştu.
Bu kısa açıklamalardan sonra, ısrarla ricalarım üzerine Rauf Bey, o gizli celselerde olup bitenleri de şöyle aktarmıştı:
Lozan da Musul meselesi konuşulurken İngilizlere evvela: “Siz Musul’u harple ele geçirmediniz. Binaenaleyh orasını boşaltıp yine bize iade ediniz. Çünkü Musul Doğu vilayetlerimizin bir parçasıdır ve Türkdür. Yalnız, Musul’da petrollerden filan istifade etmek gibi, iktisadi menfaatlerinizi düşünüyorsanız, onları sizi tatmin edecek surette aramızda bir anlaşma ile hak edebiliriz” dedik.
İngilizler bu teklifimize karşı, “Hayır, Musul Irak’ın bir parçasıdır. Oradaki menfaatlerinizi nazar-ı dikkate alarak, petrollerden size bir hisse ayırmak şartıyla, biz Musul’da kalalım” diyorlardı. Bu konuda coğrafi, ırki, iktisadi ve siyasi delillere dayanarak verdiğimiz cevaplarda Musul’un Türk olduğunu iddia ile haklarımızı savunmakta devam ettik.
Sonunda, Fransızların da kendilerine katılmasıyla, İngilizler işi tehdite dökerek müzakerelerin kesilmesine sebep oldular. Murahhas Heyetimiz Bakan İsmet Paşa da arkadaşlarıyla Ankara’ya döndü ve iş Büyük Millet Meclisine intikal etti.
Meclis; “Musul’u vermeyiz, gerekirse bu uğurda tekrar harbe gireriz” diye heyecan içinde idi.
Biz Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’dan gereken izahatı alıp, durumu tahlil ile tetkik ettikten sonra, esas itibariyle işi “ Harbe gitmeden halletmenin bir çaresini bulmak” noktasında mutabık kaldık.
Bunun üzerine İsmet Paşa, Mecliste gizli oturumda, umumi heyet huzurunda, izahat verdi. Fakat mebuslar, bu izahatı tatmin edici bulmadılar. Benim de konuşmam icabetti. Kürsüye çıktım, Lozan da olan bitenleri anlatarak, İsmet Paşanın da durumu liyakatle idare etmeğe muvaffak olduğunu, bu cihetten hiç bir endişe duyulmasına yer olmadığını ifade ile etraflıca izahat verdim ise de, yine de itirazlar dinmiyordu. Birçok mebuslar, çeşitli sorularla her şeyi ve bilhassa İsmet Paşanın Lozan’dan ayrılmadan evvel, müttefiklere vermiş olduğu sulh projemizin muhteviyatını ve bunda Musul meselesini nasıl halletme fikrinde olduğumuzu öğrenmek istiyorlardı. Halbuki, bu projeyi mebuslara bile açıklamak, bizce birçok sebeplerle o gün için muvafık değildi. Fakat bunu açıkça söyleyemezdim. Onlar ise, mütemadiyen bunu öğrenmek isteyerek, İngilizlerle bir anlaşmaya varılmadığı takdirde sulh olmayacağına göre, bu vaziyette ne yapmayı düşündüğümüzü soruyorlardı.
Dedim ki : “Arkadaşlar, biz harbi ancak sulh için yaparız. Sulhu harp için yapmıyoruz. Binaenaleyh, mutlaka başarı ile sulha varacağız. Endişe buyurduğunuz gibi Misak-ı Milli’den fedakarlık edilmek suretiyle bir sulh istihsali de bahis mevzuu değildir. Bütün haklarımızı, istediklerimizi tatmin edecek bir sulha varamadığımızı takdirde, ne yapacağımızı soruyorsunuz. Elbette o ciheti de düşündük. Askeri durumumuzu inceledik. Genel Kurmay Başkanlığının verdiği malumata göre, emrinize amade bir halde bekleyen ordunuzun, verilecek vazifeyi yapmağa muktedir bir kuvvette bulunduğumuz kanaatini edindik. Maliye Vekiliniz de, millet ve memurlarının şimdiye kadar olduğu gibi, her türlü fedakarlığa katlanarak Yüksek Meclisinizin teklif edeceği vatani hizmetlerini yapmakta devam edeceklerini temin etti. Bu cihetler müemmen olduktan sonra, artık gerekirse harbe girebilir miyiz, geremez miyiz, meselesi yoktur. Yalnız düşünülecek bir nokta vardır. Harp edersek kar mı, zarar mı ederiz? Harp ne kadar sürer ve neticesi ne olabilir?”
Bazı milletvekilleri burada, “Allah bilir” diye seslerini yükselttiler.
Ben de cevaben: “Allah bilir ama Allah da kullarına her işlerini düşünerek yapsınlar diye bir akıl, fikir vermiştir. Biz de işi Allah’a havaleden evvel düşünmek mecburiyetindeyiz. Bineenaleyh düşündük, tahlil ve tetkik ile muhakemeler neticesinde müttefiklere sunulan projemizde, esas olan mali ve adli istiklalimizi temin etmek şartıyla, uzun boylu müzakerelere ihtiyaç gösteren iktisadi meselelerle, Musul meselesini talik ve Karaağaç’tan vazgeçmek suretiyle sulh için teşebbüste bulunmayı münasip gördük.
Bu teşebbüsümüz netice vermeyecektir, vermeyebilir, sulh da olmayabilir, o vakit harpten başka çare kalmaz. Fakat bu karar öyle hayati bir karardır ki, verilmeden evvel herkesin ve bilhassa durumu bizim kadar yakından görmeyen ve bilmeyen memleketin bütün kadın ve erkeklerinin yüreklerinde kalan tereddütlerle, şüpheleri izale ile onları yapılması gereken her şeyin yapıldığına ikna ile tatmin ederek verilebilir.
İşte vekiller heyetinizin düşüncesinin esası budur. Yoksa hiç kimseye : “Biz size Musul’u bıraktık, Karaağacı peşkeş çektik, kapitülasyonların şu kısmını kabul ettik, şu kısmını etmedik” demedik. Şimdi bu durumda üzerinde durulacak üç nokta vardır.
Müttefiklerin verdiği sulh projesini kabul edip etmemek… Bu noktada tereddüdümüz yok, katiyen kabul edilemez. Bunu atalım. İkincisi : Bizim son projemiz.. Harbe girmeden evvel, cihan huzurunda son bir defa daha sulh severliğimizi ispat ile içte ve dışta vicdanları tatmin edelim diye yaptığımız bu proje de kabul edilmezse üçüncü çare, elbette harptir.
Fakat tekrar edeyim ki, üçüncü çareden evvel, projemizin müttefiklere verilmesi teşebbüsünü de yapmak lazım geldiğine biz, Vekiller Heyeti olarak kaniyiz. Siz de bunu tasvip ediyor musunuz?”
Bu sualim üzerine, Meclis yine karıştı. Bilhassa ikinci guruba mensup milletvekilleri, açık olan sorumu cevaplandıracak yerde bana bir sürü şeyler sormaya başladılar. Bu arada, “Musul meselesi hakkındaki kanaatımı değiştirmiş olmakla” ittihama kalkanlar da vardı.
Bunlara cevap vererek dedim ki :
“Hiçbir zaman, hiçbir hususta kanaatini değiştiren bir adam olmadığımı siz de bilirsiniz. Musul meselesinde de kanaatımı değiştirmiş değilim. Şimdiye kadar ne dedimse, yine onu söylüyorum. Musul meselesi bizim için Doğu vilayetleri meselesidir. Doğu vilayetleri meselesi, Türkiye meselesidir. İşte bu kadar sarih konuşuyorum. Şimdi siz de Vekiller Heyetinin arz ettiğim veçhile, yapmak istediğini tasvip edip etmediğinizi lütfen söyleyiniz..
Bu sefer, İkinci Gurubun en hareketli sözcülerinden Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, hiddetle ayağa kalkarak, söylediklerimle, sorduklarımla hiç münasebeti olmayan bir çıkış yaptı. “Aflarına mağruren söyleyeceğim, efendiler, dedi. Rauf Bey ve arkadaşları buraya iş görmek için değil, iskandil için gelmişler. O halde boşuna vakit geçirmeyelim, dönsünler gitsinler. Yoksa burada bu Meclis huzurunda gerektiği gibi vatani meseleleri bahis mevzuu etsinler.
Derhal cevap verdim:
“Bütün konuştuklarım, sadece vatan ve millet meseleleridir. Hüseyin Avni Beyin bu meseleler hakkındaki hassasiyetini bilmekle beraber, karşısındaki arkadaşlarının da aynı hassasiyetle bulunduklarını takdir edememesine hayret ediyorum. Biz buraya iskandil etmeğe değil, demir atmağa geldik. Bu limanda bizim de hissemiz vardır. Hariciye Vekili de Murahhaslar heyeti reisi sıfatıyla gereken izahı verdi. Ona da itiraz ettiler. Vekiller Heyeti Reisi, Hükümet azalarının müşterek vazifelerinden mesuldür. Ve burada, bu mesuliyeti müdrik olarak konuşuyor, her suali de cevaplandırıyor. Öyle iken iskandil atmağa geldi, diyorsunuz. Beyefendi, biz vatana hizmet vazifesiyle iftihar ederiz. Fakat eğlenilmeğe tahammül edemeyiz”
Sesler yükseldi:
“Hayır, siz bizimle eğleniyorsunuz!…”
Devam ettim:
“Rica ederim, gayet ciddi meseleler üzerinde konuşuyoruz. Çünkü mühim, bu günü değil, yarını ve bütün bir geleceği sağlayacak veya sarsacak derece de mühim kararlar almak üzereyiz. Benim kanaatim budur. Altı yüz yıllık bir geçmişi tasfiye ediyoruz” derken, Mustafa Kemal Paşa da Meclise geldi, biraz sonra söz alarak, kürsüye çıktı ve o da meselenin cidden çok önemli ve nazik olduğunu, serinkanlılıkla görüşülüp tartışılması gerektiğini söyleyerek, milletvekillerini sükûnette davet etti. Mustafa Kemal Paşa, hükümetle, milletvekilleri arasında bir nevi arabulucu vaziyeti alarak, bütün olup bitenleri benim anlattığımız gibi izahtan sonra kısaca:
“Bugün hepimiz kolaylıkla anlayabiliriz ki, Musul’u vermemekte ısrar edersek, derhal muharebeye gireriz. Bu sebeple Musul meselesini bir yıla kadar halletmek üzere talik edip sulha geçmek ve böylece muharebeyi kabul etmemek mümkündür. Kabil midir ve faydalı mıdır? İşte bunu da kolaylıkla düşünüp, bir karara bağlayabiliriz. Lüzum görürseniz bugün Musul meselesini müsbet veya menfi bir surette derhal hallederiz. Musul meselesinin hallini, muharebeye girmemek için, bir sene sonraya talik etmek demek, ondan vaz geçmek demek değildir. Belki bunu elde etmek için daha kuvvetli bulunacağımız zamanı bekleyerek, bugün sulhu yaparız, bir veya iki ay sonra da Musul meselesini halle kalkarız. Fakat, bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit, bu mesele de karşımıza yalnız İngilizler değil, Fransızlar, İtalyanlar, Japonlar ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Sulhten sonra yalnız İngilizlerle karşılaşacağız ki bunda elbette menfaat vardır. Yoksa Musul meselesini bugün halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız, dersek bu elbette mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alırız. Fakat Musul’u aldıktan sonra muharebenin hemen sona ereceğine kani olamayız. Şüphesiz orada da ayrıca bir harp cephesi açmış olacağız. Sözümüzün sonu şudur : “Vekiller Heyeti kendi mesuliyeti dahilinde, Murahhas Heyetine yeniden talimat verip, vazifesine devam ettirmek isteyebilir, yahut men edip bir harbe başlamak olabilir. Siz hangi şıkkı tercih ediyorsunuz?
Mustafa Kemal Paşanın da bu açıkça konuşmasına rağmen Meclisteki muhalifler, sükünet bulacakları yerde, bütün bütün asabileşerek, mütemadiyen itirazlar, çeşitli suallerle ortalığa gürültülere boğarak, nihayet paşayı da fena halde sinirlendirmişlerdi. Bu arada, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, bazı arkadaşlarıyla kürsüye kadar yürüyerek, mutlaka konuşmak istiyor. “Benim de söz söylemeye hakkım yok mu?” diye bar bar bağırıyor, kürsüden inmek üzere olan Mustafa Kemal Paşa da kendisine, “Bir haftadır durmadan konuştuğunuz yetmiyor mu? Daha ne istiyorsunuz? İşi bu dereceye getirmekle memlekete zarar veriyorsunuz” deyince, ortalık büsbütün karıştı. Mustafa Kemal Paşa bağırıp çağıran bazı mebusların ortasın da kaldı ve bunlar:
“Biz de milletvekilleriyiz! Kimi tehdit ediyorsunuz? Mecliste artık emniyet kalmadı mı?” diye, seslerini yükselttikçe durum pek tehlikeli bir hal alıyordu.
Meclise başkanlık eden Ali Fuat Paşanın süküneti sağlamak için sarf ettiği gayretlere rağmen, Mustafa Kemal Paşaya karşı hiddet ve şiddetle : “söylediğiniz sözlerin vatana hizmet olup olmadığını biliriz. Kimseden ders almaya ihtiyacımız yoktur!” diye bağıranların yarattıkları elektrikli havanın kargaşalığı, bir faciaya yol açmak üzere idi. İşte bu esnada Ali Fuat Paşa, Başkanlık makamından : “Efendiler, rica ederim, sakin olunuz..” diyerek, Meclisin meşhur çanını, birbirine girmek üzere olanların ortasına fırlatıp attı. Bu bir anlık fili müdahaleden istifade ile müzakereyi kesti.
Meclisin öteden beri, gürültüleri dindirmek için son çare olarak Başbakanca sadece ucundan tutulup sallanarak çalınması adet olan çan, ilk defa olarak, ortaya fırlatılıp atılmış oluyordu. Başka çare de yoktur. Aksi takdirde, belki de silahlar da patlayacaktı. Ali Fuat Paşa’nın buradaki ani hareketi çok isabetli olmuştu.
Bu suretle, müzakereler kısa bir tatilden sonra, tekrar başladığı zaman nispeten sakin bir hava içinde, reye konan taktirler okundu. Fakat İkinci Gurup milletvekilleri, yine çeşitli sebeplerle itirazlara başladılar. Ben de yine konuşmak zorunda kaldım. Bir defa daha durumu izahla, neticeye geldim ve dedim ki:
“Biz işte uzun uzadıya anlattığım şekilde çalışabiliriz. Başka türlü yapamayız. Bu sebeple, bizim ileri sürdüğümüz şartlarla çalışarak sulh yapmamızı doğru bulmayanlar elbette bize itimatsızlık reyi vermekte serbesttiler. İtimatsızlık reyi alırsak, yerimize başka arkadaşlar gelir ve biz de onlara elimizden geldiği kadar yardımı bir vazife biliriz”
Ben sustuktan sonra, müzakereleri yeter görenlerin takriri reye konurken, itimat reyi isteyişim de dikkat nazarına alınarak neticede, Meclisin çoğunluğunun müzakereleri yeter bulduğu ve hükümete itimat ettiği anlaşıldı. Bu suretle günlerdir işi gücü bırakarak, içine daldığımız gürültü patırtılı ve daha çok şahsiyata dökülen tartışma ve çekişmelerden kurtulup selamet sahiline çıkmış oluyorduk, ama itiraf ederim ki ben henüz geniş bir nefes alabilmiş değildim.
Her neyse bu konuya daha sonra geleceğim. Meclisle işi bitirdikten sonra bir müddet sonra, murahhaslar heyetimiz tekrar Lozan’a gitti ve bilindiği gibi sulhu yaptı. Bu sulh muahedesyile Musul meselesi talik, yeni bir müddet sonraya bırakılmıştı. Ondan sonraki safhalarda malumdur. Yalnız bilinmediğini zannettiğim bazı safhalarda vardır ki, sırası gelmişken onları da anlatmak faydasız sayılmaz. Bu konuda benim bildiklerim şunlardır;
İkinci devre de Edirne Mebusu olan Cafer Tayyar Paşa, Meclise gelip de teşrii vazifesine henüz başladığı günlerde, cephelerin lağvı ile kolordu teşkilatı yapılmasına karar verildiği için, onu da Diyarbakır’a kolordu kumandanı olarak göndermek isteyen Mustafa Kemal Paşa, yanına davetle, pek ehemmiyetli olan Musul meselesinin hala muallakta olduğunu, ne suretle halledileceği de henüz malüm olmadığı için Diyarbakır’a fazla kuvvet toplamak mecburiyeti duyulduğunu anlatarak: “Bu kuvvetin başına itimat ettiğimiz kıymetli bir arkadaşın gitmesini istiyoruz. Bu sebeple Fevzi Paşa ile de mutabık kalarak, zatı alinizi intihap ettim. Kabul ederseniz memnun olurum” diyor.
Cafer Tayyar Paşa, milletvekilliğinin baki kalıp kalmayacağını soruşu üzerine, Mustafa Kemal Paşadan: “Evet, zaten kanunu kaldırmayacağız. Diğer kumandanlar gibi milletvekilliğiniz baki kalacaktır” cevabını alınca:
“ O halde, muvakkat bir zaman için Diyarbakır’a gitmeyi memnuniyetle kabul ederim” diye şu teklifte bulunuyor.
Ancak bilirsiniz ki, İngilizler Musul vilayetini Mütarekeden sonra bir olup bitti ile işgal ettiler. Aynı hareketi ben de yapabilirim. Eğer bu hareketim, Hükümetin politikasına uygun çıkarsa Musul vilayeti kazanılmış ve dava halledilmiş olur, aksi halde, tarihi mesuliyet benim üzerime yüklenir. Siz de : “Kumandan hükümetin isteğine aykırı olarak bu hareketi yapmıştır. Kendisini Divan-ı Harbe verdik. Mesul edeceğiz, derseniz ve işi yine politika yolu ile halledersiniz”
Mustafa Kemal Paşa, bu teklif karşısında hiç tereddüt etmeden şu cevabı veriyor. “Zaten sizi, bu işi bu tarzda yapabileceğinizi düşünerek, intihap ettim. Rast gele bir kumandanın başarabileceği bir iş değildir. Bu hususta sizden eminim”
Cafer Tayyar Paşa, bu cevap üzerine, “İtimadınıza teşekkür ederim. İnşallah muvaffak olacağız. Yalnız herhangi bir sakatlığa meydan vermemek için, siyasi duruma göre bana hareket zamanı tayin edecek bir işaret verin kafi, Paşam” diyor ve bu suretle tam bir mutabakat ile Mustafa Kemal Paşadan ayrılarak bir kaç gün sonra Diyarbakır’a gidiyor.
Cafer Tayyar Paşa bunları anlattıktan sonra derdi ki, “Diyarbakır’a gidişimden bir müddet sonra, hiç hesapta olmayan bir Nesturi meselesi patlat verdi. Van’ın güneyinden, Siirt vilayetinin doğusunda ve Mardin vilayetinin kuzeyinden ve doğusundan Irak hududuna kadar ki geniş sahada bulunan Nesturi’ler Irak ve Musul’daki İngilizlerin tahrikiyle aralarına devlet memuru sokmak istemiyecek derecede başlarına buyruk hareket ederlerken, günün birinde iki jandarmamızın vurulması ile iş büyümüş ve bütün o bölge İngilizlerin gizlice verdikleri silahlarla ayaklanmıştı. Bunun üzerine temizlik harekatına başlayıp, kısa bir zamanda Nesturi’lerin kamilen hakkından gelmeğe ve o bölgeyi İngilizlerin tesirinden kurtarıp nüfusumuz altına almaya muvaffak olmuştum. İşte bu harekat esnasında, bana Ankara’dan en ufak bir işaret verilmiş olsaydı. Musul vilayetini bir hafta nihayet on gün içinde kamilen işgal edebilirdim”
Her halde o sıralarda siyasi durumun böyle bir teşebbüse elverişli olmadığı görülmüş olmalı ki, Musul’u kurtaracak bu fırsat kaçırılmıştır. Fakat bundan sonra bir de şu var ki, niçin neticelendirilmediğini anlayabilmek güçtür:
Lozan’dan sonra, Londraya Büyük Elçi giden Yusuf Kemal Beyin(Tengirşenk) orada Başvekil ve Hariciye Nazırı Makdonald’a bir vesile ile henüz muhalefet partisi başkanı iken İstanbul’u ziyaretinde verdiği bir mülakatta “İş başına gelince, Musul meselini behemehal halledeceğiz” demiş olduğunu hatırlatınca, Makdonald’ın da : “Evet, öyle bir vaitte bulundum ama, şimdi kendimi hariciye makinesine kaptırdım, kurtaramıyorum” diye şakalaştığı günlerden bir müddet sonra, mevsuk bir kaynaktan aldığım bir habere göre, İngiltere’nin meşhur petrolcülerinden Lord İnverfort, Büyük Elçiliğimize giderek, Yusuf Kemal Beye, şu teklifte bulunmuş. “Musul meselesi, biz İngilizler için petrol meselesidir. Petrol işini aramızda halledersek Musul vilayetini size bırakmanın çaresini buluruz”
İngiliz petrol kralının bu teklifini, Yusuf Kemal Bey, Hariciye Vekaletine bildirmiştir. Fakat o sırada Hariciye Vekili olan İsmet Paşadan cevap alamamıştır. Bundan sonra, galiba İngiliz petrolcüleri İstanbul’a gelerek, bu sefer doğrudan İsmet Paşa ile görüşmek istemişlerdir, yine de bir netice alamamışlar. Sonra, bir teşebbüs daha olmuş, bu defa da araya takımlarının girişiyle iş büsbütün neticesiz kalmış…
Kısacası, petrol konusunda menfaatlarını sağlamak suretiyle, İngilizlerle bir anlaşmaya varılarak Musul’u kurtarmak hususunda, bazı fırsatların kaçırılmış olup olmadığı artık tarihin bileceği bir şeydir.
Benim bildiğim, biz Lozan’da ana vatanın bir kıymetli parçası olarak üzerine titremekle beraber, nihayet bir vilayet için bütün bir milleti yeniden sonu neye varacağı bilinmez bir harp felaketine sürüklememek düşüncesi ile, Musul meselesini talik yani iki tarafın da sükûnetle işi ele almasını sağlayacak bir zamana bırakmayı muvafık bulmuştuk. O zaman gelip çatınca neler yapıldığını ve bu arada hakikaten fırsatlar kaçırılıp kaçırılmadığını iş başından uzak bulunduğum için, bilmiyorum.