Pavo Group Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Alper Özbilen: Bağlantılığa evet, bağımlılığa hayır
Özellikle savunma sanayisinde adını sıkça duyduğumuz Pavo Group, teknoloji şirketi olarak farklı alanlarda başarılı çalışmalar yürütüyor. Uluslararası alanda yürütülen bu başarılı çalışmaların dinamiklerini konuştuğumuz Pavo Group Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Alper Özbilen’den, teknoloji alanındaki bağımlılığa karşı itiraz geldi.
Savunma sanayisi ile ilgili genel bir değerlendirme yapmanızı istesek neler söylemek istersiniz?
Savunma sanayisinin diğer sanayi kollarından tamamen ayrı bir yapıda olmadığını kabul etmekle birlikte, stratejik bir öneme sahip olduğunu vurgulamamız gerekir. Sanayi alanının gelişmiş ülkelerdeki durumuna da baktığımızda, bilimsel araştırmaların da üst düzeyde yapıldığını gözlemlemekteyiz. Öyle ki tarihi bir perspektiften incelersek, teknolojik atılımların 2. Dünya Savaşı’na denk gelmesinin tesadüf olmadığı kanaatindeyim. Buradan şu sonuca varıyoruz; devletler varlıklarını ilgilendiren bir konu olduğunda kesenin ağzını sonuna kadar açıyorlar. Bu doğrultuda, o dönemde bilimde ve teknolojide muazzam bir sıçrama ile karşı karşıya kaldık. Bu açılardan bakarak savunma sanayisinin, diğer sanayilerin öncüsü konumunda olduğunu söyleyebiliriz. Burada ortaya çıkan teknolojilerin daha sonra sivil alanda kullanıldığını gözlemlemekteyiz. Bu konuda en bilinir örneklerin iletişim alanında olduğunu belirtmeliyim.
Ülkemizde savunma sanayisinin gelişimi ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Ülkemiz, insanlık tarihinin ilk kanının döküldüğü, binlerce yıllık anlaşmazlıkların sürüp gittiği bir coğrafyada yer alıyor. Diğer taraftan, Soğuk Savaş dönemi sonrasında yaşanan değişimleri alt alta okumamız gerekiyor. Bugün savunma sanayisine gösterilen ehemmiyetin, sıraladığımız hususlardan kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Bugüne geldiğimizde de yalnızca güney sınırlarımızda değil kuzey sınırlarımızda da yaşanan çatışmalar ile karşı karşıyayız. Bu da savunma sanayisine gösterdiğimiz ihtimamın, ne kadar vazgeçilmez olduğunu bize gösteriyor. Yapılan çalışmalar oldukça önemli ve muvaffak olduğumuz alanlar var. Şimdi bu alanlardaki muvaffakiyetimizi, sivil alanlara aktarıp verimliliğimizi artırmamız gerekiyor. Bu yolla savunma sanayisi maliyetleri düşürülebilir ve yine bu yolla, sanayiye yeni kaynaklar aktarılabilir.
Sivil alana aktarılmayan teknoloji, bu bedelleri daha az ödemek isteyen ülkeleri savaşa da sürüklemez mi?
Doğru, sürdürülebilir bir ekosistem oluşturmak için teknolojilerin sivil alana aktarılamaması birtakım unsurlar tarafından yeni savaşların çıkarılmasını sağlayabilir. Bunun olmaması için de teknolojilerin sivil alandaki kullanımını sağlamak elzemdir. Bu doğrultuda bizim de şirket olarak amaçlarımızdan biri, sunduğumuz kabiliyetlerin sivil alanda kullanımını sağlamaktır.
Bu noktada güvenlik nedeniyle savunma sanayisinin, gelenekçi ve kapalı yapısına da değinmek gerekir diye düşünüyorum.
Haklısınız, netice itibarıyla üretilen ürünler askeri bir doktrinle üretilen ve envantere giren ürünler. Bu nedenle; yenilikçi bir alanın, gelenekçi bir yapıyla çatışma içerisinde olduğu aşikârdır. Bir ara formül bulunarak yola devam edilmesi gerekmektedir. Yeni değerler ortaya konulduğunda buna tepki gösterilmesini normal karşılamak lazım. Bu noktada, gerekli iletişimler kurularak ikna yoluna gitmek doğru bir yöntemdir. Zaten anlatılarak ikna olunmadığı takdirde, yaşanılarak öğrenilmesi kaçınılmazdır. Bunun örneklerini Ukrayna’nın içerisinde bulunduğu savaşta gözlemleyebiliyoruz. İnsansız araçlarla yapılan savaşların ne radar önemli olduğunu, Ukrayna-Rusya çatışma süreci boyunca gördük. Yüz yüze cephe savaşları konusunda, gelenekçi söylemlerin de bu örneklerden yola çıkılarak anlatılanları daha iyi kavrayacakları kanaatindeyim. Eğer yenilikler doğru anlatılıp ilgili yerler ikna edilemezse; harp meydanında yaşanacak acı sonuçlar sonradan öğrenilecektir.
Teknolojik gelişimden bahsederken bu alanda ortaya koyulmaya çalışılan ve sizin itiraz ettiğiniz “Dijital sömürgeleşme” konusuna da değinmek isteriz.
İnsanlık olarak teknolojiden muradımız, refah düzeyimizi yükseltmesidir. Bugün bakıldığında internetin varlığı insanlarda fırsat eşitliğini sağlama konusunda önemli imkanlar sağlar. Ancak bunun tersine etkilerinin de olduğunu gözlemliyoruz. Teknolojik normların çok dar bir çerçevede, belirli elitler tarafından koyulduğunu görüyoruz. Bizden istenen de bunu tamamen kabul etmemizdir. Bu durum yeni tip kolonizasyonun da altyapısını oluşturuyor.
Bu durum teknolojinin tabiatında olan bir durum mu?
Hayır, bu durum teknolojinin tabiatında olan bir durum değildir. Bize “bunu al bunu kullan ve başka hiçbir arayış içerisine girme” diyorlar. Sana ait bir şeyler yapma arzusuna da kapılma diyorlar. Hatta bu konuda konuşulmamasını da gizliden gizliye istiyorlar. Biz bu işi, ülkemizi daha iyi şartlara taşımak ve insanlarımıza fırsat eşitliği sağlamak için yapıyoruz. Ülkemizi ve insanlığı, dar birkaç kartelin bizi bağımlı hale getirmesi için bu yolculuğa çıkmadık. Bu sebeple Afrika ve dünyanın farklı ülkelerinde yaptığım konuşmalarda “Bağlantılığa evet, bağımlılığa hayır.” düsturunu vurguluyorum.
Bağlı olmak bir yandan da bağlı olduğumuz yere daha fazla kazandırmak anlamına geldiği için aksi bir söylem geliştirdiğimizde bağlı olduğumuz yerin menfaatlerine aykırı bir durum ortaya koyduğumuz anlamına geliyor. Bu durum baskıyı da artırıyor. Bu durumda bağımlılıktan kurtulmak için neler yapılabilir?
Her şeyden önce itiraz etmek gerekiyor ve bu itirazı sadece sözlü olarak değil, üretim yaparak da ortaya koymalıyız. Her şeyin alternatifini üretemezsiniz, üretseniz dahi bu verimli bir durum olmaz. Rasyonel bakış açısından kopmamalıyız, keşfedilen şeyi tekrar keşfetmek anlamlı bir durum değildir. Örneğin, ülke olarak her şeyin yerlisini yapmaya kalkmak oldukça maliyetli bir durumdur ve akılcı bir yaklaşım da değildir. Bu ortamda yapılması gereken, kendimiz için kritik gördüğümüz alanlarda teknolojik ürünleşme yoluna mutlak suretle gitmemizdir. Bu da bir tercih değil, zorunluluktur. Teknolojiyi üstünüze örtülen bir örtü olarak düşünün ve sizin ortaya koyduğunuz ve kendiniz için geliştirdiğiniz kritik yetkinlikleri de bu perdenin altından nefes almak için açtığınız delikler olarak görün. Bir gün o perdenin altında açtığınız delik sizin can damarınız olabilir. Yoksa, bütün teknolojik gelişimi yerlileştirmek gibi bir düşünce rasyonel olmaz. Burada en önemli nokta, ‘yapabilir olmamla’ ilgili bir ilişkimin olmasıdır.
Pandemide bu yönde bir yaklaşımı yakalamış olduğumuzu gözlemledik. Solunum cihazlarını yurt dışından alırken birkaç firmamız bir araya gelerek ihtiyaç duyulan ürünü üretti, hatta yardım malzemesi olarak farklı ülkelere de gönderdi.
Bir kabiliyetinizin olması, ihtiyaç duyduğunuz zaman ihtiyaç duyduğunuz ürünü geliştirmenizi sağlar. Bunu ticari olarak yerli bir şekilde üreterek devam etmek artık bir tercih meselesidir. Yani yapabilir olmakla ilgili ilişkimizi her zaman sıcak tutmamız lazım. Tekraren her şeyi yapmamalıyız, zaten istesek de yapamayız. Bu noktada önceliklerimizi belirleyip, üretimimizi bu önceliklere göre yapmalıyız. Yapabilir olmak ile ilişkimizi korumalı ve şartlara göre esnek bir hareket alanı içerisinde olmalıyız. Pandemi olur, savaş olur, ambargo olur… Bu gibi durumlarda gerekli adımları atabilir olabilmeliyiz.
Bağımlılığa bir diğer unsur da ihale sistemlerindeki çarpıklıklardır. Önceden tariflenen ve bir ürünü işaret eden bu yaklaşımlar, bağımlılığın da derinleşmesine yol açmıyor mu?
Maalesef dünyanın birçok yerinde, tespit ettiğiniz bu durumla karşılaşıyoruz. Örneğin hiçbir zaman işinize yaramayacak beş bin tane özellik ortaya koyulup, bununla yarışmanız isteniyor. Bu noktada bu ihtiyaçları kimin tayin ettiğini sormamız gerekiyor. Örneğin Afrika kıtasındaki bir ülkede, sizden istenen ürün için şartname almaya gidiyorsunuz. Gittiğiniz yolda asfalt yok ancak ürün ile ilgili altı bin tane fonksiyon belirlenmiş ve bu fonksiyonların büyük bir bölümü onların asla işine yaramayacak nitelikteler. Bu örnekten benim anladığım; birilerinin burada, üstün teknolojiyi satmak için değil, sömürüyü ve soygunu devam ettirmek için yer aldığıdır. Burada, ihtiyaç bulunmamasına rağmen bir ‘dayatma’ söz konusudur.
Bu örnekte, büyük bir ihtimalle yabancı bir ülke ve kuruluştan kredi kullanılıyordur ve dış, bu krediyi veren yerde ihale ile ilgili kriterleri belirlerken belli yerleri işaret ediyordur.
Elbette, bu yolla kolonizasyonun devam ettirildiğini söyleyebiliriz.
Kolonizasyona itiraz eden birçok devlet başkanının da yolsuzlukla itham edildiğini görüyoruz. Tek bir bakış açısı ile bu ihale şartlarını değiştirmeye çalıştığınızda ve sizin ihtiyaç duyduğunuz şekle dönüştürmek istediğinizde, en iyi ihtimalle vizyonsuzlukla suçlanırsınız; daha ileri gider yollarına taş koyarsanız, ihalelerde usulsüzlükler yaptığınız hatta yolsuzluk yaptığınız ifade edilir. Gücünüz elinizden gittikten sonra da yargılanır, hatta devlet başkanı olarak hapse atılabilirsiniz.
Anlattıklarınız yakın tarihten örneklerle rahatlıkla desteklenebilir. İktidarından olan, hapse atılan, suikaste uğrayan birçok devlet adamı ve devlet başkanını örnek olarak gösterebiliriz. Bu noktada bağımlılıktan kurtulma sürecinin bir anda meydana koyulamayacağını kabul etmeliyiz. Adım adım ihtimalleri ve sayıları artırarak yolculuğa devam etmek gerekiyor. Her zaman tek bir kaynağa bağlı kalmadan hareket edebilmeliyiz. Burada, mümkün olduğu kadar aktörü ve cesareti artırmak lazım.
Bugün iribarıyla bu yapılabiliyor mu sorusuna, ülkemizin gururu olan KAAN Projesi’nde aldığınız rollerden yola çıkarak cevap verir misiniz?
Bu noktada KAAN Projesi oldukça önemli bir örnek olacaktır. Burada katkı veren sayısını artırdıkça sahiplenmenin de arttığını gözlemliyoruz. Sahiplenmeyi ne kadar artırırsanız, başarılı olma oranını da o oranda artırırsınız. KAAN’ın ortaya koyduğu heyecana bakıldığında, arkasındaki mantığın ve kurgunun güzelliği de ortaya çıkıyor. Boş bir heyecan değildi. Bizim burada projede çalışan arkadaşlarımızın duyduğu manevi hazzı biliyorum. Burada sadece TAI’nin değil birçok firmanın koridorlarında heyecana ve motivasyona tanık olduk. Bizim oradaki varlığımız, kendimize atfettiğimiz öneme ve ilkelere büyük katkı sağladı. O nedenle mümkün olduğu kadar katılımı artırmak gerekiyor. Bir süre sonra elenenler olacaktır. Ancak katılımı artırarak başarı şansını da yükseltmek lazım. Bu anlamda KAAN Projesi’nin ilham verici olduğunu söyleyebilirim.
Burada dikkat çekmek istediğim bir diğer husus; başarılı olan firmaların, kendilerini ülke dışında da göstermeleridir. Elde ettiğiniz kabiliyetleri farklı coğrafyalarda da test etmek sizi daha da güçlendirecektir. Aksi takdirde ülke içerisinde köşe kapmaya devam etmek enerjinizi tüketebilir.
Son olarak gelecek vizyonunuz ile ilgili birkaç cümle alabilir miyiz? Biz yönümüzü Türkiye’den Dünya’ya yönelten, AR-GE çalışmalarını Türkiye’de gerçekleştirip dünyanın farklı ülkelerine taşıyan bir şirketler grubuyuz. Şu an telekomünikasyon, IT, yapay zeka, büyük veri analitiği, kamu güvenliği ve savunma sanayisi alanlarında farklı çözümlerimizle; gittiğimiz her ülkede, o ülkenin yerel ihtiyaçlarını gözeterek onlara bir şeyleri dayatmadan ve onları kendimize bağımlı hale getirmeden uzun soluklu ilişkiler kurmayı hedefliyoruz. Bu yolculukta küresel çaptaki rakiplerimizle rekabet edebilmemiz için inovasyon temelinde ilerlememiz gerekiyor. Çünkü onlar, hacim ekonomisi yönüyle bizden avantajlı başlıyorlar. Biz de bunu inovasyonla, yerel ihtiyaçlara dokunarak; onların yapamadığını yaparak ve kendi alanımızı oluşturarak sağlıyoruz. Bu çerçevede kendimize her yıl iki yeni ülke hedefi koyduk. Bu yolla dokunduğumuz yeni müşterilerin bizim onlara sunduğumuzun dışında şeylere ihtiyaç duyduklarını gözlemledik. Bu ihtiyaçların giderilmesi için farklı aktörlerle iş birlikleri geliştiriyoruz. Geliştirdiğimiz bu köprülerin de bizi geliştirdiğini gözlemliyoruz.TEMMUZ2024