Türkiye’nin dışarıdan yönetilmemesi için bilim ve teknolojiye ağırlık verilmeli

Ülkemizin siyasetine yön vermiş önemli isimlerin başında gelen İSTEK Vakfı ve Yeditepe Üniversitesi Kurucu Başkanı Bedrettin Dalan, ülkenin kalkınması için eğitim alanında çalışmalar yapılması gerektiğine inanıyor. Bu hususta İSTEK Vakfını kurarak çalışmalar yapan Bedrettin Dalan ile ülkeden ayrılmak zorunda kaldığı dönem ve sonrasında yaşanan gelişmeleri değerlendirdik.

Bedrettin Bey siz hem siyaset alanında hem eğitim alanında ülkemize büyük hizmetler verdiniz. Hakkınızda Ergenokon davası kapsamında 2010 yılında kırmızı bültenle yakalama kararı çıkarıldı. 2015 yılında yakalama kararı kaldırıldı, bu süre zarfında yurtdışında kaldınız. Bu konuya dair neler söyleyeceksiniz?

Ben yurtdışına daha evvel gitmiştim, Ergenekon kumpasının olacağını çok evvelden biliyordum. İnsanlar toplanmaya başladığı zaman bunun bana da geleceğini düşündüm ve 2008 yılının Ekim ayında yurtdışına çıktım. 6 sene sekiz ay yurtdışında kaldım. Ergenekon süreci halen bir yerde devam ediyor ve halen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanıyorum. İşin komik tarafı Ergenekon tuzağını kuran polisler, savcılar ve hâkimlerin hepsi ya tutuklu ya da yurtdışında kaçak durumunda. Onlar yargılanıyor ama biz de yargılanıyoruz. Onlar yargılanıyorsa biz niye yargılanıyoruz, biz yargılanıyorsak onlar niye yargılanıyor? Açıkçası böyle bir paradoksun içerisindeyiz.

Emperyalist güçler Türkiye’de rejim değişikliği yapmak istiyordu. Bu rejim değişikliğini yaparken karşı çıkacak kişi ve kurumları yok etmek istediler. Bu proje Ankara’dan değil, tamamen Atlantik ötesinden gelen bir projeydi. Bu projeye ters düşen kişi ve kurumları yok etmek istediler. Daha doğrusu yollarındaki taşları temizlemek istediler. Ben bunu son 30 yıldır görüyordum ve ilgili bütün yerleri bu konuda uyardım ama herkes aymaz oldu. Kişiler de aymaz oldu kurumlar da aymaz oldu. Ben projeyi bildiğim için baktım temizlik yapıyorlar, beni zaten biliyorlardı. Kişi ve kurumlara dokunmaya başladıklarında sıranın bana da geleceğini fark ettim ve Türkiye’den gittim.

Türkiye’ye dönüş yaptınız. Peki, kendinizi güvende hissediyor musunuz?

Türkiye’de şu anda hiç kimse güvende değil çok çalkantılı bir dönemden geçiyoruz. Ümit ediyorum ki bu süreci hızlı bir şekilde atlatabiliriz.

“Büyük resmi görseniz uyuyamazsınız” şeklinde bir söyleminiz var. Burada nasıl bir resimden bahsediyorsunuz?

Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor çok dikkatli olmak lazım. Birinci Dünya Savaşı’nda kartlar yeniden karıldı ve bütün bölgenin coğrafyası değişti. Şu anda Ortadoğu’daki durum da bunun aynısıdır. Burada Türkiye’nin kendi dengesini, birliğini, bütünlüğünü koruması için çok dikkatli olması lazım. Ülkeyi yönetenlerin, vatandaşların, herkesin çok dikkatli olması gerekiyor.

Cemaat tarafından size darbe mi yapıldı?

Aslında cemaat de bir figüran, onlar birer kukla, ipin ucu emperyal güçlerin elinde. Bu tek başına Amerika değil, daha geniş kapsamlı bir emperyal güçten bahsediyorum. Bunlar dünyayı elinde oynatıyorlar, cemaat de onların oyuncağı oldu. Maalesef, İslam adına Müslüman olmayanların oyuncağı, Yahudi ve Hristiyanların kölesi oldular. Müslümanlara ve Türklere darbe yaptılar. Bunları da alt tabaka bilmeyerek, üst tabaka ise bilerek yaptı. Bilerek yapanlara hain, bilmeyerek yapanlara da aptal denir. Ama netice itibariyle geldiğimiz nokta budur. Ülkeye çok büyük zarar verdiler.

Bilginizle, vizyonunuzla, cesaretinizle İSTEK Vakfı ve Yeditepe Üniversitesi’ni kurdunuz. Eğitime yatırım yapmayı neden istediniz?

Eğitime birkaç noktadan yatırım yapmak istedim. Birincisi, Osmanlı’nın son zamanı da dâhil olmak üzere yabancı dil bilen Türk hemen hemen yoktu. O yüzden dışişleri bakanlarımız, büyükelçilerimiz çoğu zaman gayrimüslimlerden seçilirdi. Osmanlı zamanında Türkler eğitilmiyordu o dönemde okuyanların %90’ı gayrimüslim idi. Okuma-yazma bilen Türk çok azdı yabancı dil bilen Türk bulmak ise imkânsız gibiydi. Osmanlı’nın son zamanında Amerikalılar ve Avrupalılar okullar açtılar. Bu açılan okullarda özellikle Amerikan okullarında Osmanlıya isyan eden, Osmanlı kontrolündeki gayrimüslim ülkelerdeki isyancıları yetiştirdiler. Mesela, Robert Koleji’nde yetiştirilen kişiler… Bulgarların o dönemdeki isyancıların tümü İstanbul’da yetiştirildi. 1918 yılında Anadolu’da 400 tane yabancı okul vardı. Özellikle Amerikan Board Okulları vardı, buralarda 40 bin öğrenci okuyordu. Mekteb-i Sultani liselerinde okuyan öğrenci sayısı 11 bin 113 kişiydi. Yani yabancı okullarda 40 bin gayrimüslim okuyor Türk okullarında ise 11 bin 113 kişi okuyordu. Atatürk bu dengesizliği gördü Cumhuriyeti kurduktan sonra, yabancı okulların faaliyetlerini kısıtladı ve sayılarını düşürdü. Sadece 5-6 tane bıraktı. Bunların yönetimini de Türk müdürlere bıraktı. Eğitimini de Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı’na bağladı ama yabancı dil eğitimi için 5-6 tane okulu serbest bıraktı. Bu okullarda yabancı dil öğrenmek için okumak isteyen Türk çocukları kıyasıya bir mücadeleye girdiler. Mesela Robert Koleji’ne 10 bin kişi giriyor ama 30 Türk alıyorlardı. Galatasaray Lisesine 5 bin kişi giriyor ama 50 Türk alıyorlardı o dönemde öyleydi. Tabii bütün çocuklar bu yüzden doğduğu andan itibaren yarışmaya hazırlanıyor birer at yarışçısı durumuna giriyorlardı, doğal olarak psikolojileri bozuluyordu. Bu öğrencilerden bir tanesi de benim büyük oğlumdu Alman Lisesi’ne girdi. Çocukların o okullara girme mücadelesini görünce hakikaten içim acıdı. Ben çocuğumu o yarışın içerisine sokmak istemedim fakat annesi o yarışın içerisine soktu. Ben normal bir lise olan Aydın Lisesi’nden mezunum. Ne olmuş yani, benim Robert Koleji mezunundan ne farkım var? Belki artı yönlerim var ama eksim yok. Toplum böyle bir psikolojik travmaya sokulmuş.

Belediye başkanı olacağım zaman rahmetli Turgut Özal’a bu okul meselelerinin çok berbat durumda olduğunu bir vakıf kuracağımı söyledim. İngilizce eğitimini 3-5 okulun hegemonyasından kurtaracağım, bu işi ayrıcalıklı olmaktan çıkaracağım, yaygın hale getireceğim ve çocukları da bu sıkıntıdan kurtaracağım dedim. Kendisi de bu durum için iyi olur dedi. Tabii ben bunu derken bunun arkasında başka bir fikir daha vardı. Bu da şuydu; maalesef bu yabancı dil okullarında okuyan çocukların büyük bir kısmı Türk kültüründen kopuk yetişiyorlar. Çoğu Türk örf, adet, gelenek-göreneklerini bilmiyorlar. Hangi ülkenin okullarında okuyorlarsa sadece o ülkenin kültürünü biliyorlar. Aslında farkına varmadan bir kültür emperyalizminin içerisine giriyorlar. Burada okuyanların çoğu 50-60 yıl dış misyonların yöneticileri oldular. Dolayısıyla kendi kültürlerinden, öğrendikleri okulun kültürünü daha üstün gördükleri için de hepsi için söylemiyorum ama çoğunlukla ezik davrandılar. Ülkemizin haklarını korumak yönünde pasif kaldılar, çok cesur olanları da var. Onların çoğu da rahmetli oldu, onları saygı ile anıyorum ama böyle bir kimlik kırılmasına da uğradılar. Mesela Fransız mektebinden mezun olan birçok Türk kendisine Frankofon diyor, böyle tanımlıyor kendilerini halen. Ben Türk’üm diye tanımlamıyor. Demek ki yabancı dil öğreteceğiz ama yabancı dil öğretirken de çocukları yabancılaştırmamamız lazım. Kendine güvenen, milli değerlere bağlı ama ırkçı olmayan evrensel insan yetiştirmemiz lazım. Yani, kökü memleketimizin topraklarında kolları dünyayı saran insan yetiştirmemiz lazım. Yabancı dil öğreten okulları açmamın sebeplerinden biri de başlangıçta buydu.

Ben bu olup bitenlerin hepsini Turgut Bey’e anlattım. O arada Anavatan Partisi yeni kurulmuştu. Anavatan Partisi iktidara geldi. Ben de o dönem belediye başkanı oldum Turgut Özal’a söylediğim gibi İSTEK Vakfı’nı kurdum. Okulların iki tanesinin inşaatını yaptım ve okulların inşaatı bitti. Öğrencilerin kayıtlarını da yaptık ancak, okulun açılış iznini o dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Vehbi Dinçerler vermedi.

Sebebi neydi?

Sebep olarak da, “Eğer bu okullardan bir tanesinde Arapça eğitim yaptırırsan açılış iznini veririm” dedi. Kendisi benim okul döneminden de arkadaşımdır. Kendisine telefon açtım ve nedenini sordum. Okullardan bir tanesinde Arapça eğitim yaptıracağım diye söz verdiğimi söyledi. Hakikaten kendi aramızda öyle bir konu hakkında şakalaştığımızı hatırlıyorum. Ama hukuken mümkün değildi o günün şartlarında liselerde sadece İngilizce, Almanca ve Fransızca eğitim yapılabiliyordu. Zaten yasal olarak Arapça eğitimi yapılamıyordu. Kendisine bunun mümkün olmayacağını ve yasal olmadığını söyledim. O da bana “Yasayı değiştiririz” dedi. “Devlette Arapça okutan öğreten okul açabilirsin ama bana veliler çocuklarını İngilizce eğitim almaları için verdiler” dedim. O dönemde vakıf müdürümüz izin için on gün kapısında bekledi ama izni vermedi. Sonra ben rahmetli Turgut Bey’e gittim kendisi durumu halledeceğini söyledi ama ben bunun bugün halledilmesi gerektiğini söyledim. Neticede Turgut Bey’de Vehbi Dinçerler’e imzayı attıramadı.

Turgut Özal çareyi o kişiyi Eğitim Bakanlığı görevinden almakta buldu. Aynı gün yerine de Metin Emiroğlu’nu koydu. Metin Emiroğlu da daha makamına oturmadan bizim okulların açılış iznini kapıda imzaladı. 11 Eylül 1985 günü bizim okullardan iki tanesi açıldı. İşin enteresan tarafı aynı günlerde Fethullah Gülen’in Yamanlar Koleji de açıldı. Meğer benim okulların projesi bir şekilde Fethullah Gülen’e iletilmiş, onun okulu hemen açılış iznini aldı. Bizim okullar ise on gün bekledikten sonra aldı. Oradan anladık ki işin içerisinde başka bir şey daha var. Türkiye Cumhuriyeti’ne, devletine kindar bir nesil yetiştirilmeye o dönemde başlandı. Artık orada ciddi bir rekabet başladı işin şekli bambaşka bir boyuta dönüştü. Onlar, devleti ele geçirmek üzere devleti yıkıp başka bir şekle dönüştürmek üzere öğrenci yetiştirdiler. Biz de devlete sahip çıkacak çocuklar yetiştirmeye başladık.

Onlar robotlaştırılmış, bir kişiye bağlı, hiç düşünmeden emir kumanda halinde hareket eden çocuklar yetiştirdiler. Aşırı fakir-fukara olan çocukları topladılar, devletten çok aşırı derece destek aldılar. 1985’ten itibaren. Bize ise devlet devamlı köstek oldu. Onlar devletin ve halkın yardımsever dindar halkın kandırılması suretiyle korkunç bağışlar aldılar. Dolayısıyla daha ucuz maliyete daha çok çocuk yetiştirdiler. Tabi bizim mali kaynaklarımız çok kısıtlı olduğu için onlara nazaran biz sayısal olarak en az on misli daha az öğrenci yetiştirdik. Ama kalite anlamında onlara göre yüz misli daha kaliteli eğitim verdik, çarpanı yüksek olan insan yetiştirdik. Onlar emir kumanda zinciri içerisinde robot yetiştirdiler, biz de özgür insan yetiştirdik. Bizde okuyan çocukların hepsi akıllı iş insanları, önemli iş adamları oldular.

Bizde yetişen çocukların hiçbirini bana bağlı ya da İSTEK Vakfı’na bağlı çocuklar olarak yetiştirmedik. Devlete, millete, kendi kültürüne bağlı, cumhuriyete bağlı, Atatürk’e bağlı insanlar yetiştirdik. Onun için bizim çocuklarımız birey olarak dünyanın her yerinde iş kurdular. Başlangıçtaki amacımızın çok ötesine giden kurumlar haline geldi. Nihayet bu okullara bağlı üniversitemizi kurduk. Üniversiteyi kurduk ve rekabet o kadar kızıştı ki, 2005-2006 yıllarında okula maliye müfettişi gönderdiler. Üniversite ile ilgili hiçbir kaçak ya da eksik bir şey bulamadılar. Tek buldukları şehit çocukları ve fakir çocukları okutmuşuz. Onların KDV’sini vermedik diye beş yıl geriye doğru gidip beş misli ceza ayrıca bileşik faizle 40 trilyon vergi cezası çıkardılar. Uzlaşmaya gittik ve o günkü rakamla 7 trilyona düşürdük. O gün imzayı atan İstanbul defterdarını da birkaç gün sonra görevden aldılar. Herhalde dünya tarihinde öğrenci okuttuğu için ceza ödeyen tek adam ben oldum. Rekabet bu kadar kötü bir noktaya gitti.

2008-2009 yıllarına gelince bu robotlaştırılmış ekipler ayrıca çok iyi bir şekilde eğitildiler. Devletin yargısını, polisini ve idari mekanizmalarına yerleştirilmişlerdi. Kendilerini yeteri kadar güçlü hissedip düğmeye bastılar ve temizlik harekâtına başladılar. Temizleyecekleri ilk kişilerin başında ben geliyordum. Ama önce ufaklardan topladılar kelleyi sonra alacaklar diye düşündüler. Ben de onların ne yapacaklarını görüyor ve biliyordum. O yüzden ülkeden ayrıldım ve yurtdışına çıktım. 30 yıldır bu insanların bu işi yapacağını ben biliyordum. Onun için kimsenin bana haber vermesine gerek yok. Ama aymazlık yaptılar. Altı sene sekiz ay yurtdışında kaldım. Bu işin fiyasko ile biteceğini yüzde yüz biliyordum. Çünkü robotlar ne olursa olsun insana karşı kaybeder.

Tehlike geçmiş sayılır mı?

Tam anlamıyla bitmedi, halen tehlikeliler. İyi noktalarda mücadele edilmediğini görüyorum. Hatta sık sık onlardan olmayanlara da onlardanmış gibi muamele yapılıp, içeri atılıyor. Bunlarla mücadelede iyice sulandırılıyor ve kamu vicdanında karşılığı olması azaltılıyor, mücadele doğru yapılmıyor. Ayrıca bir tehlike daha var. Şimdi bunların mali kaynaklarına el konuluyor doğru bir hareket ama usulü yanlış. Hukuk devletinde Kanun Hükmünde Kararnamelerle mali kaynaklara el konulmaz. Hukuk devletinde hukuki temeli olacak şekilde mala el konulur. Bana şehit çocuğu okuttum diye ceza yazdılar. İddia ediyorum, bu kurumların hiçbiri yıllarca vergi ödemediler. Çünkü maliyeyi ve devleti kendileri kontrol ediyorlardı. O rahatlık içinde hiç vergi ödemediler. Vergi yerine himmet verdiler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunlarla mücadele ederken 200-300 tane namuslu, ahlaklı ve adaletli vergi müfettişi görevlendirip bunların kurumlarına göndersin, beş yıl geriye doğru vergilerini kontrol ettirsin. Vergi cezasından bunlar doğrudan doğruya hazineye mal edilir. O zaman da dünyada hiçbir hukuk kurumu Türkiye Cumhuriyeti aleyhine davaya ters bakamaz. Şimdi bu davalar yürüyüp gidecek. İleride bu davalar İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidecek usul hatalarından Türkiye’ye çok ağır mali yaptırımlar gelebilir. Türkiye bunun altından kalkamaz. Halen yapılması gereken bir şey daha var. O da, TMSF’ye bile geçse eskiye yönelik maliye o kurumlarla ilgili belge incelemesi yapabilir, yani eksiği arkadan tamamlayabilir.

Devlet, kendisine darbe yapacak bir cemaatin oluşmasına sizce neden izin verir?

Bunu devlet oluşturmadı. Bunu emperyalist güçler oluşturdu. Herkes biliyor ki dünya genelinde gerçek anlamda bağımsız hiç kimse yoktur, herkes birbirine bağlıdır. Güçlü olanlar, daha az mali gücü olanlara daha çok hükmediyor. Bağımsız olabilmenin en önemli yolu borçsuz olacaksın, üreten bir ülke olacaksın, artı değerin olacak. Yani sırtın kalın olacak, boynun kalın olacak. Türkiye devamlı borçlanan bir ülke haline gelmiş dışarıdan rica edilenleri emir olarak algılayan bir ülke olmuş.

Türkiye’nin mevcut durumu ve geleceğine yönelik düşünceleriniz nelerdir?

Birinci dünya savaşındaki kadar çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Türkiye çok iyi, dikkatli yönetilmeli ve yumurtayı kırmadan bir taraftan öteki tarafa götürebilmeliyiz yoksa tek bir çözüm yok. Kısacası kartlar yeniden karılıyor artık siyah ya da beyaz yok. Türkiye’nin hem rejimi hem de birliği bütünlüğü tehlikeye girebilir. Ve yahut Türkiye bu olaydan çok sağlıklı çıkabilir.

Geleceğe yönelik planlarınız nelerdir?

Kendi yolumuzda bilim ve teknolojide ilerlemek… Türkiye’nin dışarıdan yönetilmemesi için bilim ve teknolojiye ağırlık vermesi lazım. Halen araştırmaya milli gelirimizin %1’inin altında para ayırıyoruz, bu konuda çok ilerlememiz gereken yol var. Bilim ve teknolojiyi ilerleteceğiz, artı değer yaratacağız, borçlarımızı ödeyeceğiz. Borçsuz bir ülke haline geldiğimiz gün işte Türkiye o zaman özgür bir ülke haline gelir. Yönetilen ülke değil belki de yöneten ülke haline gelir. Ben üniversitemizde devamlı olarak araştırmayı destekliyorum ve yakın zamanda dünya çapında buluşları da arka arkaya sıralayacağımızı söyleyebilirim.

Dershanelerin kapatılmasıyla birlikte birçok eğitim kurumu açıldı. Türkiye’deki eğitim-öğretimin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Açıkçası bu açılan eğitim kurumları, eğitimin kalitesini çok aşağı çekiyor. Öyle üniversiteler görüyorum ki bir apartman dairesi ve bahçesi bile yok. Dershaneler zaten kırık döküktü onlar liseye dönüşmüş. Bu çocuklar o apartman dairelerinde nasıl ders alacak, psikolojileri nasıl gelişecek? Yani neresinden bakarsanız bakın her şey dökülüyor. Dershanelerin okula dönüşmesi bence çok yanlış bir hareketti. Kapatma doğru ama okul açma izni vermek yanlış. Okulların, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından konulmuş standartları var. Diyebilirsin kardeşim standartları senin için şu kadar gevşettim ama tümünü kaldırdım demeyin. Ama baktığınızda standartların tümü kalkmış o dershanelerin hepsi okul olmuş. Bu kabul edilecek bir şey değildir. Üniversitelerinde aynı şekilde olduğunu görüyorum. Üniversitelerde evrensel eğitim yapılan yerlere gidin bakın bir masa dört sandalye olduğunu göreceksiniz. Tek bir laboratuvarı ve Ar-Ge’si bile olmayan üniversiteler var. Bunların sıkı denetlenmesi ve belli standartlara getirilmesi lazım standartlara uymayanları da kapatacaksın. OCAK 2018