AE Mimarlık Yönetim Kurulu Başkanı Mimar Ahmet Erkurtoğlu: Mimarlarözgür değil
Şehirleşme ve bu çerçevede ortaya koyulacak mimari yaklaşımların geleceğimizi şekillendirdiğini söyleyebiliriz. İnsanların daha mutlu ve huzurlu yaşayabilmesi için üzerinde önemle durulması gereken bu konu, ülkemizde çoğu zaman göz ardı edilebiliyor. Bu ortamda mimari tasarımları ile şehre değer katan mimarlarımızdan biri olan Mimar Ahmet Erkurtoğlu, 1991 yılında AE Mimarlık’ı kurarak yurtiçinde ve yurtdışında önemli projelere imza atmış. Yıllar itibari ile edindiği deneyimleri okuyucularımızla paylaşan AE Mimarlık Yönetim Kurulu Başkanı Mimar Ahmet Erkurtoğlu, sorularımızı yanıtladı.
Türk mimarlarımızın uluslararası ödüller aldığını görüyoruz. Bu başarılar ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz?
Türkiye’de çok önemli mimarlarımız var ve çok başarılı projeler ortaya koyuyorlar. İnşaat ve gayrimenkuldeki hızlı gelişme ve Türk inşaat firmalarının yurt dışındaki projelerini hızlandırmasıyla Türk mimarlarının yurt dışındaki etkisi de önemli ölçüde artmış durumdadır. Özellikle Ortadoğu, Kuzey ve Batı Afrika, Türki Cumhuriyetlerde, Türk mimarlarının imzalarını yoğun şekilde görebilirsiniz. İnşaat sektöründeki yoğun üretimin doğurduğu ihtiyacın yanı sıra mimarıyla anılan binaların sayıları da arttı. Yakın zamana kadar bir mimarı olsa da binalar yatırımcının adıyla bilinirdi. Bugün daha fazla mimardan, mimarlıktan bahsediliyor. Bu doğrultuda uluslararası ödüller alan mimarların sayısında da artış var. Ödüller tabii ki kazanan kişi ve şirkete prestij kazandırıyor fakat burada verilen ödülün objektifliği çok önemli. Bu sebeple her “ödüllü” mimarın çok başarılı olduğunu söylemenin doğru olmayacağını düşünüyorum.
Son dönemde İstanbul’un dokusunun bozulduğu ile ilgili haberleri daha fazla okur hale geldik. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Bu gidişle İstanbul’un her tarafı maalesef beton yığını haline gelecek. Yazın camlarımızı açtığımızda bile bir rüzgar esintisi hissedemeyeceğiz. Çocuklarımıza yeni oyun alanları yaratılmamış olacak. Umarım mevcut alanları koruyabiliriz. Aynı parselde bulunan 10 katlı binayı yıkıp yerine 12 katlı yeni bir bina yapmak bana göre kentsel dönüşüm değildir ve maalesef şu anda yapılan bu dönüşümün kente bir katkısı olmadığı gibi yaşadığımız kentlere de en az 50 sene daha kaldırılamayacak bir yük getirecektir. Yapılan binaların cephelerinde ise estetik yönden mimari kısıtlayan veya yönlendiren bir yönetmelik maddesi olmadığından dolayı çeşitli malzemelerin kullanıldığı rengarenk bir yapılar cümbüşü halinde olacaktır. Projelerimi çizerken, eski eser parselinde yeni bir yapı yapıyorsam, eski eserin siluetine ve cephesine saygı duyarak yeni yapımı projelendirmeye çalışıyorum. AE Mimarlık olarak üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Projelerimizi hayata geçirirken projenin yer alacağı caddenin dokusuna uygun olarak projeyi tasarlıyoruz. Bizim görevimiz insanların yaşam tarzına göre proje geliştirmek. Ben o evde yaşayacak insanların ne istediklerine bakıyorum. Örneğin; 3+1 daire yapıyorsak “gündüz” denilen kısmı, yani salonu, mutfağı ve bir tane odayı antreye baktırırız. Diğer 2 odayı ve banyoyu “gece” kısmına, yani evin daha arka planına baktırırız.
İstanbul ile ilgili en son Cumhurbaşkanımız İstanbul ile ilgili açıklamalarda bulundu. İstanbul’da dikey yapı yerine yatay yapıların hayata geçirilmesi gerektiğini belirtti. Bu hususta neler ifade etmek istersiniz?
Bölgenin dokusunu bozmamak, doğayla iç içe olabilmek, silueti koruyabilmek için biz de yatay mimarinin olması gerektiğini düşünüyoruz. Ancak yatay bir yapılaşma yapılacaksa ona göre arazinizin olması gerekir. Bu durumda yeşil alanların nasıl korunacağı sorusu gündeme gelecektir. Yatay yapılaşma ancak yeni bir şehir yaratırsak uygulayabileceğimiz bir yöntemdir. Örneğin; Kanal İstanbul planlanırken bu şekilde planlanabilir. Kentsel dönüşümün yoğun yaşandığı Bağdat Caddesi hattında bunu gerçekleştirmeniz ise çok zor. Artış parsel bazında değil de kademeli olarak parsellerin birleştirilmesi çerçevesinde verilseydi, sorun çözülebilirdi. Dolayısıyla amaç, ada bazında artışı teşvik etmek olmalıydı. Türkiye’nin de kurtuluşunun bu olduğu kanaatindeyim.
Daha önce yaptığımız ilgili röportajlarda, konunu müteahhit üzerinde yürütülmesinin güçlüğüne dikkat çekilmişti. Kiptaş, TOKİ gibi kuruluşlarında konuya dahil edilmesinin dönüşümün önünü açacak bir yaklaşım olacağı ifade edilmişti.
Doğrudur, şimdi sorunlu bölgelere Kiptaş’ın girdiğini görüyoruz ama esas sorun İstanbul’un master planının olmamasıdır.
Tüm bu olumsuzluklar bizi nereye götürür?
Ne yazık ki İstanbul’u koruyamadık. Bugün Viyana’ya, Paris’e veya Budapeşte’ye gittiğinizde orada şehrin ve tarihi eserlerin nasıl korunduğuna şahit olabiliyorsunuz. Tabii bu durum şehrin büyümesine engel olmamış. Şehrin siluetine zarar vermeden, yeni alanlara doğru yeni yapılaşmalara ağırlık verilmiş. Bizde ise ne yazık ki şehir planlamacılığı kavramı doğru değil. Yeni bir bina ile tarihi bir bina iç içe girmiş durumda. Oysa İstanbul’un, Avrupa şehirlerinde olduğu gibi eski ve yeni şehir olarak ikiye ayrılması gerekiyor. Örneğin; Tarihi Yarımada’yı, yani surlar içerisinde kalan bölgeyi kesinlikle koruma altına almak şart. Bugün Kadıköy’ün nüfusu 460 bin. Kentsel dönüşüm tamamlandıktan sonra ise bu nüfus 600 bine çıkacak. Ancak altyapının bu oranda iyileştiği söylenemez. Yeşil alanlarımız yeterli olacak mı sorusunun cevabı bilinmiyor. Tamamen beton yığınına doğru gidiyoruz ama ben hâlâ bu sorunların çözümü için geç kalmadığımız kanaatindeyim. Ada bazında çalışmalar yapabilirsek sorunları çözebiliriz.
Trafik yoğunluğu da önemli bir problem olarak kaşımıza çıkıyor.
Haklısınız, dünyanın hiçbir yerinde ana yoldan AVM’lere bağlantı yapılmaz. Yükselen her yeni AVM, trafik sıkışıklığını da tetikliyor. Örneğin, benim evimin yolundaki AVM yapılmadan önce ben evime 15 dakikada gidebiliyordum. AVM yapıldıktan sonra bu süre yarım saate çıktı. Sonra yolumun üzerine bir AVM daha yapıldı ve eve gidiş sürem 1 saate çıktı. Bu yolları kullanan vatandaşların bu etki içerisinde yaşamı devam ediyor. İstanbul trafiğine çözüm getirebilmek adına tabii ki önemli projeler de hayata geçiriliyor. Yapılan metro, Marmaray, Avrasya Tüneli gibi projelerin hayata geçirilmesi şehri rahatlatıyor. Fakat nüfus yoğunluğu ve yanlış yapılanma dolayısıyla ne yazık ki trafik sıkıntısını en yoğun şekilde yaşayan şehirlerin arasında yer alıyoruz. Ulaşım sorunlarının çözümünde toplu taşımanın esas alınması, kentlerin olanaklarına erişilebilirliğin sağlanması, ulaşımın çevresel sorunlara neden olmaması, kent formunun bir parçası olarak ulaşımın planlanması, ulaşım yapılarının kent dokusu ile uyumlu ve mimari bir estetik değerinin olması önemsenmelidir.
Daha nitelikli yapıların ortaya çıkması için mimarlar neler yapabilir?
Türkiye’de çok iyi mimarlarımız var. Türkiye’nin tek sıkıntısı, yönetmelik! Bizler mimarlar olarak ne yazık ki özgür değiliz. Mimarlar kendilerini ilgilendiren yönetmelikle çalışmalarını yapıyor ancak bizde sürekli yönetmelik değiştiği için bir proje ile ilgili üç dört yönetmelikten sorumlu olabiliyorum. Uygulamaya bizler kadar hakim olmayan teorisyenlerin hazırladığı yönetmeliklerle yönetiliyoruz. Dolayısıyla kendi özgür düşüncemizle proje yapamıyoruz. Biz yönetmeliklerin uygun gördüğü ölçüde ve müteahhidi memnun eden bir proje üretiyoruz. Projeyi de belediyeden ne kadar hızlı onaylatabiliyorsak başarılı bir mimar oluyoruz. O nedenle hepsi birbirine benzeyen binalar yapıyoruz. Her mimar, önüne gelen her projeyi çizmemeli! Mesela; hastane çiziyorsa o konuda ihtisas sahibi olmalıdır. Böyle bir uygulama olabilirse yapılacak her türlü yapının daha işlevsel ve daha estetik olacağını düşünmekteyim. Bu da ülkemize kazandıracağı ekonominin yanında yaşadığımız kenti estetik açıdan daha güzelleştirecektir. Türkiye’de gerçekten uluslararası projelere imza atabilen çok yetenekli mimarlar bulunuyor. Bu mimarların Türk mimarisine katkısı büyük. Ancak imar yönetmeliğimizdeki çeşitli maddeler mimarların özgün çalışmasını engelliyor. Bugün hâlâ Osmanlı ve Selçuklu döneminden kalan yapıları örnek gösteriyoruz. Ancak Cumhuriyet dönemine ait gösterebileceğimiz mimari yapılar yok denilebilecek kadar az. Özel ve kamusal yapılarda hâlâ Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki yapıları taklit ederek sözde yeni mimari formlar ortaya çıkarıyoruz. Bir yandan da dünyadaki ünlü mimarların eserlerini kopyalayarak iş merkezi, konut gibi yapılar tasarlıyoruz.