Darbenin Harekat Plani Ve Cuntaci Terörle Mücadele
HASAN BASRİ YALÇIN
Darbenin harekat planını ortaya çıkarmak için bahsi geçen darbecilerin siyasal ve stratejik anlamda neyi hedeflediklerini taktik ve operasyonel düzlemde nasıl hareket ettiklerini, hangi hesaplamaları neden yaptıklarını ortaya çıkarmak gerekir.
Bu kısaca şöyle anlatılabilir. Darbeyi gerçekleştirmeye çalışan grup FETÖ’nün orduda konuşlanmış askeri kanadıydı. Henüz toplam sayılarını bilmiyoruz ama TSK’nın bütününe hükmedecek sayıda olmadığını yani hiyerarşik bir şekilde emir komuta sistemi içerisinde darbe gerçekleştiremeyecek sayıda olduklarını biliyoruz. Bunu bu grup pek tabii ki bizden daha iyi biliyordu. Bu grubun düşündüğü başka bir şey daha vardı. O da yakın zamanda kendilerine yönelik bir operasyonun gerçekleşebileceğiydi. Ağustos ayında Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplanacaktı. Bu şurada FETÖ’cü grupların ordudan uzaklaştırılacağı uzun süredir konuşuluyordu. Tam da bu nedenle örgüt çılgınca bir girişimi başlattı.
Devlete savaş açmış olan bu grup daha önceki iki darbe denemesinde başarısız olmuştu. 7 Şubat 2012 tarihinde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a yönelik operasyon bunların ilkiydi. O tarihte devlette daha etkin olmalarına rağmen daha kısıtlı bir operasyon tercih etmiş ve yalnızca MİT Müsteşarını hukuku araçsallaştırarak ele geçirmek oradan da mümkünse dönemin Başbakan’ı Erdoğan’ı devirmek planlanmıştı. Erdoğan ve Fidan’ın manevralarıyla atlatılan bu süreç hükümet ile FETÖ örgütü arasındaki ilişkiyi başka bir boyuta taşıdı.
Bunun üzerine örgüt ikinci ve daha büyük adımını 17-25 Aralık (2013) tarihlerinde attı. Bu kez doğrudan Erdoğan’a ve yakın çevresine yönelik bir operasyon başlattı. Yine hukuku ve toplumsal kaosu araçsallaştırarak Erdoğan’ı devirmeye yöneldi. Fakat alınan sert tedbirler sayesinde bu çaba da başarısızlığa uğratıldı. O zamana kadar görülmemiş bir darbe denemesiydi. Aslında kitle iletişim araçları kullanılarak hukuki bir süreçmiş gibi yürütülmesi darbe imajını ortadan kaldırmaya yönelikti. Bu nedenle de çok kimse bu olaya darbe dememeyi tercih etti. Fakat her ne olursa olsun yapılan şey oldukça cüretkardı. Bundan sonra hükümet ve devlet karşı tedbirler aldı. Bu tedbirler alınırken özellikle örgütün silahlı kanadına yönelik de operasyonlar yapılması gerektiği dile getiriliyordu. İçişleri ve Adalet bakanlıkları bünyesinde çeşitli operasyonlar gerçekleştirilmiş ve bu alanlar en azından kısmen daha güvenli hale getirilmişti. Sıra ordudaki unsurları temizlemeye gelmişti. Bu grubun ordudaki unsurları tehlikeli olarak görülmesine rağmen toplumun birçok katmanındaki birçok kimse için bu unsurlar yakın değil uzak tehdit gibi görünüyordu.
Kimse geçtiğimiz haftaya kadar bir grup askerin 2016 yılında böylesi bir çılgınlığa girişebileceğini beklemiyordu. Fakat bu da oldu. 15 Temmuz gecesi böyle bir çılgınlık gerçekleşti. Ordudaki bu askerler Ağustos’taki YAŞ’ı örgütsel varoluşlarının sonu olarak gördü. Bu nedenle de ölüm kalım mücadelesi verdiğine kendini inandırdı. Örgütçü mantığa körü körüne inanmış olan bireylerin yenilmezliğine inandıkları “hocaları”ndan gelen her haberi müjde olarak görmesi de bu inanca katkı sundu.
Bu çerçevede yapılan hesaplamalarla örgüt darbeyi nasıl yapacağını planlamaya başladı. Bu planın siyasal hedefi devleti ele geçirmekti. Siyasal düzlemde devleti ele geçirmek isteyen örgütün stratejik hedefi orduyu ele geçirmekti. Yani devleti ele geçirmenin yolu orduyu ele geçirmek olarak planlanmıştı. Ordunun ele geçirilmesi ise taktik ve operasyonel düzlemdeki hesaplara bağlıydı. Bu nedenle adresleri ele geçirmede içten dışa yayılan bir yöntem tercih edildi. Nokta hedefler ele geçirilecek ve buralardaki etkinlik kartopu etkisiyle tüm ülkeye yayılacaktı.
Bu düşünceler çerçevesinde hesap yapan grup darbe için toplumsal desteği olmadığını biliyordu. Fakat aynı zamanda görünüyor ki sosyal desteği de küçümsüyorlardı. Bütün meseleyi taktik düzlemdeki başarıya indirgemişlerdi. Yani hızlı bir şekilde noktadan genele açılan bir yöntemin takip edilmesini her türlü hesaplamanın önüne koymuşlardı. Her stratejinin bir düzleme indirgenmesi doğaldır. Stratejiler bazen siyasal hedefe bazen stratejik düzleme bazen de taktik düzleme indirgenebilir. Mesela Clausewitz hep stratejinin siyasal hedefe indirgenmesi gerektiğini, diğer düzlemlerin de siyasal hedefe göre şekilleneceğini düşünmüştür. Fakat bu darbeyi gerçekleştirenler muhtemelen çaresizliğin doğurduğu gereksiz bir hüsnükuruntuyla taktik düzlemde elde edilecek bir başarının diğer alanları ele geçirmeye yetebileceğini düşündü.
Bu nedenle darbe planlamasını yapanlar savaş tarihinde çokça tartışılmış ve çokça uygulanmış bir yöntem olan yıldırım savaşı yöntemini devreye sokmaya karar vermişler. Buna göre emir komuta düzeninde yapılmadığından bu darbede asker sayısı azdı. Az olduğu için Türkiye’nin tüm şehirlerini ve tüm sokaklarını tutmak, herkesi eve hapsetmek mümkün değildi. Örneğin 1980 darbesinde olduğu gibi her sokağın başına bir birlik yerleştirme şansı yoktu. 1980 tarzı darbeler ne kadar düzen içerisinde olursa o kadar başarılı olur. Yani bu tarz darbelerde önemli olan asker sevkiyatını düzenli biçimde yapmak ve karmaşaya mahal vermemektir. Fakat yıldırım savaşından mülhem stratejiler ise tam tersi karmaşadan faydalanmak ister. Her alanı tek tek kontrol edemeyeceğinden yaratılan kargaşa ve korku ortamında savunma güçlerine uyanma imkanı sunmadan kargaşanın ve karanlığın içinde etkinlik alanını olduğundan daha fazla göstermek ister. Bu nedenle bu darbe operasyonu düzeni değil karmaşayı, geniş alanları değil nokta hedefleri tercih etti. Önemli olan tüm diğer aktörleri hareketsiz bırakmaktı. Bu esnada hareketli olan tek grup darbeciler olacaktı. Sürekli ve hızlı hareket inisiyatifi darbecilerde tutacaktı. Karmaşada şaşkına dönen diğer tüm aktörler pozisyon almakta gecikecek böylece darbeci grubun sayısal azlığı hareketlilik sayesinde bir avantaja dönüştürülecekti. Mesela Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Fransa sınırına saldırmak yerine küçük birliklerle ormanlık alan olan Ardenler’den hareket etmesi bu tür sürprizlere örnektir. Ne kadar kaos olursa, saldıran o kadar avantajlı olur. Düz ovadan değil ormandan, gündüz değil akşam, büyük birlikler değil küçük birlikler bu tür harekatların esasını oluşturur. İkinci Dünya Savaşı sırasında motorize Alman birlikleri çoğu zaman birbirleriyle telsiz irtibatını bile kaybediyordu. Fakat bunu önemsemiyorlar, Fransız cephe savunmasını felç edip hemen arkasından dolanıp doğrudan Paris’e ilerliyorlardı. Veya 6 Gün Savaşı’nda İsrail’in cephelerde piyadelerle savaşmak yerine tankları uçaklarla destekleme mantığında olduğu gibi yıldırım savaşları cepheyi değil, cephenin arkasındaki intikal hatlarını ve nokta hedefleri vurmayı dener.
15 Temmuz gecesi uygulanan darbe planı da tüm Türkiye’yi ele geçiremeyeceği için sadece en önemli adreslere ve ulaşımı felç etmeye odaklandı. Eğer tüm ülkeyi ele geçirip her sokağa asker dikemiyorsanız, ülkenin en önemli merkezlerine odaklanırsınız. Bunlar hiç şüphesiz Ankara ve İstanbul’dur. Ankara nokta hedeflerin olduğu ve nihai başarıyı belirleyen asıl hedeftir. İstanbul ise felç edilmeye uygun hedeftir. Tam da bu nedenle darbeciler İstanbul’u felç etmeyi denerken, Ankara’da hedefleri ele geçirmeyi denedi.
Öncelikle darbeciler İstanbul’da iktidarı ele geçirmeye yarayacak hedeflere yönelmedi. Bunun yerine ulaşım ve haberleşmeyi felç etmeyi denedi. Yoğunlaştığı hedefler de buna göre seçilmişti. Darbeciler İstanbul’da öncelikle Boğaz Köprüleri, TRT, CNN, Telekom, Büyükşehir Belediyesi ve Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğünü seçti. Bunlardan sadece Emniyet Müdürlüğü gerçek anlamda ele geçirilecek bir hedefti. Diğerleri ulaşım ya da haberleşme adresleriydi.
Dikkat edilecek olursa darbe operasyonu köprülerde başladı. Yani tıkanması durumunda İstanbul’u felce uğratma şansı en yüksek adrese ilk saldırı gerçekleştirildi. Boğazı ele geçirerek pozitif bir siyasal hedefe ulaşamazsınız. Sadece rakiplerinizi durdurabilirsiniz. Karmaşa, kaos üretebilirsiniz. Dolayısıyla harekatın boğazdan başlatılmış olması aslında yaratılmak istenen kaos ve düzensizlik amacına hizmet eder. Velhasıl köprüye asker çıkmasının hemen ardından fısıltı, söylenti, kaos ve düzensizlik yaygınlaşmaya başladı. Örneğin bazı araçlar hatta kamyonlar E-5 gibi çok önemli yollarda dahi tersten gitmeye başladılar. Bunu gören halkın evlerine koşuşturması gerekiyordu. Böylelikle İstanbul devre dışı bırakılmış olacaktı.
Dikkat çeken ikinci sembolik hedef havalimanlarıydı. Özellikle Yeşilköy havalimanının önüne gönderilen tanklar büyük endişe yaratacaktı. Türkiye’nin en önemli ulaşım merkezi kontrol altındaymış görüntüsü çıkarınca İstanbul’un tüm ülke ve hatta uluslararası bağlantısı da felce uğramış olacaktı. Fakat dikkat edilecek olursa darbeciler havalimanını ele geçirmeye çalışmadılar. Kuleyi ve iniş kalkışları kontrol edecek sayıda personelleri olmadığından ele geçirmek yerine devre dışı bırakmak istediler.
İstanbul’da bu ulaşımı etkileyecek davranışın yanında iletişimi engelleyecek adımlar da atıldı. Bunların başında da TRT ve CNN Türk gibi televizyon kanallarını ele geçirmek ve istenmeyen türde yayınları engelleyerek TRT’den darbe metni okutturmak vardı. Darbe metninin yine halk üzerinde kaotik bir etki yaratması bekleniyordu. Darbeciler önceleri özel televizyonlara bir operasyon gerçekleştirmemişti. Ancak özellikle ana akım medya kuruluşlarının darbe karşıtı yayınlar yapmasının ardından CNN Türk’e yönelik bir operasyona da tanık olduk. Aynı saatlerde bir operasyon da Acıbadem’deki Türk Telekom binasına gerçekleştirildi. Bu operasyon da iletişim araçlarına yönelik bir operasyondu.
Son olarak Büyükşehir Belediyesinin binasına yönelik operasyon da aynı amaca yönelikti. Büyükşehir Belediyesi ulaşım araçlarını ve özellikle büyük araçları kontrol etme şansına sahipti. Bu nedenle bir direniş koordinasyon merkezi gibi çalıştı. Darbeciler muhtemelen bunu da ortadan kaldırmak ve belediyeyi de devre dışı bırakmak istedi.
İstanbul’da hedefe konan fakat asıl işlevi haberleşme ve ulaşım olmayan tek adres Vatan Caddesi’ndeki Emniyet binasıydı. Herhangi bir darbe girişiminde kontrol altına alınması en çok beklenen adreslerden birisi tabii ki Emniyet Müdürlüğüdür. Böylelikle silahlı tek grup olan polisin merkezi işgal edilerek devre dışı bırakılır. Fakat ilginçtir darbecilerin en az ısrarcı olduğu adreslerin başında Emniyet Müdürlüğü geliyor. Yani aslında darbeciler burayı kontrol etmek istese de diğer iletişim araçlarında olduğu kadar ısrarcı olmamıştır. Bu da İstanbul’daki operasyonların mantığını yansıtması bakımından ilginçtir. Önem verilen hedefler iletişim ve ulaşım araçları olmuştur. Ele geçirmek yerine devre dışı bırakılmak istenmiştir.
Ankara’da ise tam tersi bir resim mevcuttu. Ankara’da doğrudan doğruya askeri hedefler ele geçirilmeye çalışıldı. Şimdilik göründüğüne göre en büyük çatışmalar Jandarma ve Genelkurmay karargahlarında, MİT ve Emniyette meydana gelmişti. İlk iki adres aslında darbenin öncelikle askeriyede gerçekleştirilmek istendiğini, oradan da tüm diğer kurumlara yayılmak üzere kurgulandığını gösteriyor.
Darbecilerin doğrudan doğruya MİT’i hedef alması çok şaşırtıcı değildir. MİT ve Hakan Fidan aslında başından bu yana tıpkı Erdoğan gibi en öncelikli hedeflerden biri olarak görülüyordu. Ankara’da darbe yapan bu grubun öncelikli rakibi olan MİT’e saldırmaması beklenemezdi. Fakat özellikle MİT’in beklenenden daha dirençli çıkmış olması ele geçirme operasyonunun uzamasına ve uzadıkça da başarısızlığı garantilemesine neden oldu.
Fakat asıl belirleyici olan Jandarma ve Genelkurmaya yapılan operasyonlardı. Darbeye teşebbüs edenler başarının yöntemi olarak özelden genele giden bir taktik ve yöntem iz lemek gerektiği fikrine sahipti. Yani öncelikle siyasal hedefleri ele geçirmek yerine onları ele geçirmek için araçsal olan askeri hedefleri tercih ettiler. Bu pek tabii ki birçok şartta doğru bir tercih sayılabilirdi. Çünkü siyasal iktidarı devirmek için öncelikle ordunun kontrol edilmesi gerektiği düşünülebilir. Bu doğru bir planlama gibi görünüyor. Fakat Türkiye özelinde oldukça eksik bir değerlendirme olduğu ortada. Zira hepimiz biliyoruz ki Tayyip Erdoğan’ın kişisel varlığı ve karizması Türkiye’de birçok kurumun önünde gelir. Bu nedenle darbecilerin Erdoğan’dan başlamamış olması rasyonel düzlemde açıklanabilecek bir durum değildir. Eğer darbenin 21.00’da başladığını düşünecek olursak Erdoğan’ın bulunduğu otele ancak dört saatte ulaşılmış olması darbecilerin nasıl bir hata yaptıklarını göstermesi bakımından önemli bir kanıttır.
Tabii ki darbeciler Erdoğan’ı öncelikli bir hedef olarak belirlemişlerdir. Aslında bu öncelikli hedeflerin her birinin aynı anda gerçekleştirmek üzere planlandığı söylenebilir. Eğer durum böyleyse o zaman darbecilerin Cumhurbaşkanı hedefini görmezden gelmedikleri ve önemsedikleri düşünülebilir. Fakat bu da yeterli bir açıklama değildir. Zira bu tür bir yıldırım harekatının başarısının öncelikle Erdoğan’ı ele geçirmek olduğu çok açık. Bunu yapamayan bir darbe girişimi kaosu ne kadar artırmayı denerse denesin, Erdoğan’ın bu toplum üzerindeki dönüştürücü ve yönlendirici etkisini görmezden gelme lüksü yoktur. Dolayısıyla darbecilerin Erdoğan’a bir dakikadan kısa ulaşım mesafesinde değillerse bu darbeyi hiç başlatmaması gerekirdi. Darbenin saati ve günü çeşitli zorunluluklar nedeniyle değiştirilmek durumunda kalınmış olsa bile bütün zamanlamanın Erdoğan’a göre yapılması gerektiğinden dolayı, neden bunun es geçildiği hala anlaşılabilir bir durum değildir. Görünen o ki suikast için gönderilen birlikler Erdoğan otelden ayrıldıktan tam bir saat sonra otele ulaşıyor. Erdoğan’ın otelden ayrılmasının da en azından iki saat aldığı varsayılacak olursa, bu birliklerin Erdoğan’a ancak üç saat sonra yönlendirildiği sonucu çıkar. Üç saat gibi bir süre sadece operasyonel bir beceriksizlikle açıklanamaz. Darbe yapan bir örgüt en önemli hedefine üç saat boyunca ulaşma becerisinden yoksunsa o zaman zaten konuşmaya pek gerek yok. Bunun operasyonel bir yetersizlik sonucu olmadığı ortada. Bu nedenle geriye aslında taktik düzlemdeki hatalar kalıyor. Yani darbe planlayıcılarının taktik ile strateji arasındaki bağı kuramamasının bir sonucudur.
Darbeyi yapanların taktik ve yönteme olan takıntısı stratejik hedefini unutmasına neden oluyor. En temel özelliği kullandığı yöntemler olan, bu yöntemleri hayat biçimi haline getirecek kadar abartan ve bu çerçevede kişisel ve örgütsel hedefini, varlık amacını bile unutan bir mesiyanik örgütün üyelerinin darbe denemesi sırasında da örgütsel hastalıklarına kapılma şansı çok yüksek. Bugün bu paralel örgütün nasıl çalıştığı bilinir fakat bu çalışmanın sonunda nihai olarak neyi hedeflediği belirsizdir. Mesela örgüt elemanları “tedbir” uygulaması gerektiğini çok iyi bilir ve hayatı boyunca en yakınlarına bile bu yöntemi uygular ve tedbiri bir yaşam biçimi haline getirirler. Fakat bu örgüt üyeleri arasında bir araştırma yapılsa örgütün nihai hedefinin ne olduğuna dair gerçekten aralarında ortak bir fikrin olmadığı görülür. Tabii ki çok basmakalıp ifadelerle karşılaşılır fakat ayrıntılara inildiğinde bu yöntemin kullanılmasının nedenlerini açıklayamaz. Aynı şekilde bu darbenin planlayıcıları taktik üzerinde o kadar çok düşünmüş ki hedefin önemini gözden kaçırmış olabilir. Yani içeriden dışarıya doğru bir kartopu etkisiyle büyüyecek, mümkün ve aslında tümüyle muğlak olan tüm hedeflere ulaşacaktı. Doymak bilmez bir hırsın ürünü olan örgüt, sürekli ve her şeyi istediğinden hedeflerini düşünemez hale gelir. Fakat görüldüğü gibi bu mantık stratejik hedefin unutulmasına neden oldu.
Bu durumun bir başka göstergesi ise yine hedeflerden birisi olması gereken Başbakanlığa ve hükümetin diğer yetkililerine yönelik neredeyse hiçbir çabanın sarf edilmemiş olmasıdır. Şimdilerde Başbakan’ın konvoyunun kurşunlandığını duyuyoruz. Fakat Başbakanlığa doğrudan bir saldırı hiç gerçekleşmedi. Başbakanlık etrafında çeşitli tedbirler alındığını biliyoruz. Yalnız darbecilerin bu hedefe yönelmemiş olmasının bu konuyla pek ilişkisi olmasa gerek. Zira benzer şartlardaki birçok hedefe saldıran darbeciler eğer ilk etapta gerçekleştirmek isteselerdi bu yönde bir adım atarlardı. Fakat darbeciler özelden genele doğru giden bir yöntem tercih ettikleri için ordu düştüğünde hükümetin de otomatik olarak düşeceğine inandıklarından hükümeti öncelikli hedef haline getirmeye gerek duymadılar. Darbeyi yaparken siyasal hedefi merkeze koymadılar. Çankaya’da hükümetiyle çalışma imkanı olan Başbakan tüm diğer askeri birliklere ve polis ekiplerine erişim imkanına sahip oldu. Şayet Başbakan gibi çok önemli bir hedef devre dışı bırakılmış olsaydı, o zaman ordunun diğer unsurları darbecilerin peşine takılmak gerektiğine dair bir şüpheye kapılabilirdi. Aynı şekilde hükümetin çalışır halde bulunması başta polis olmak üzere tüm mülki idarenin sorunsuzca çalışmasını sağladı.
CUNTACILIK ZİHNİYETİNİN KAÇINILMAZ SONU
Darbeciler gücün merkezini yanlış hesapladıklarını Kuvvet Komutanlarına yaptıkları operasyonla gösterdiler. Yine bürokratik mantalite ve örgütçü zihniyet ezberlerden hareket etmelerine ve standart operasyon prosedürlerine dayalı düşünmelerine neden oldu. Bilindiği gibi bürokratlar dünyayı kendi içinde bulundukları kurumun penceresinden seyrederler. Bu nedenle çoğu bürokratın kendi kurumunu dünyanın en önemli kurumu olarak gördüğünü biliriz. Dışişleri personeli de İçişleri personeli de asıl yükün kendi sırtlarında olduğunu ve ülkedeki en fazla önem verilmesi ve kaynak ayrılması gereken kurumun kendi kurumları olduğunu düşünürler. Aynı şekilde her bürokrat kendi organizasyonunun herhangi bir meseleyle ilgilenmek için en uygun kurum olduğunu düşünür. Mesela bir uluslararası kriz durumunda Dışişleri bürokratları diplomatik kanallarla çözüm arayışını savunurken, Savunma Bakanlığı bürokratları aynı mesele için askeri çözümler gerektiğini dile getirir. Aynı şekilde darbe yapan askerler de bir ülkenin kontrol altında tutulmasının en iyi yolunun öncelikle askeri kontrol altında tutmak olduğunu düşünür. Bu nedenle darbecilerin askeri hedefleri siyasi hedeflerden daha öncelikli görmesi şaşırtıcı değildir.
Diğer taraftan bunlar sıradan birer bürokrat değildi. Bunlar aynı zamanda mesiyanik ve gizli bir örgütün üyesidir. Bu örgütün de kendine has parametreleri var. Hücre tipi örgütlenmenin dünyadaki en sağlam örneklerinden biri olan bu örgütün mensupları teker teker hedeflerini hiçbir zaman düşünmez. Hedefleri hep bir üstten gelir. Örgüt üyelerine sadece uygulayıcı yöntem ezberletilir. Yaptıklarının nereye varacağını düşünmeleri özellikle istenmez. Bu nedenle örgüt üyeleri varılacak hedefin hep bir üstteki yetkililer tarafından belirlenmiş olduğuna dair kesin inancı nedeniyle bu konuyu değerlendirmez. Zihni rahattır. O yalnızca kendisine verilen görevi en iyi bildiği şekliyle yapmak ister. Bu anlamda öncelik sıralamaları önemini yitirir. Kesin inanç teleolojik bir mantık üretir. Teleolojik mantık sahibi aktörler kendi görevlerini yerine getirdiklerinde başarının kaçınılmaz bir şekilde büyüyerek geleceğini düşünür. Yani kartopu gibi büyüyen bir operasyon hayal edilir. Hedefler arasındaki sıralama böyle bir mantıkta önemini yitirir. Yapılan kalkışmanın aslında bir siyasal hedefi olduğu ve bu siyasal hedefe ulaşmadan diğer ara kategorilerin yetersiz kalabileceği fikri hiç akla gelmez. Aslında darbe yapmanın nihai hedefinin siyasal mekanizmayı kontrol etmek olduğu unutulur.
Darbecilerin yaptığı ele geçirme planı tam da bunu gösteriyor. Aslında operasyonlar ön celikle askeri hedeflere yöneltilmiş. Kuvvet Komutanları ve Genelkurmay Başkanı ele geçirildiğinde hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın da ele geçirilebileceği düşünülmüş. Halbuki siyasal zekası açık bir asker bu ülkede güç mimarisinin siyaseten nasıl şekillendiğini hesap etmeden böylesi bir kalkışmaya başlamazdı. Dikkat edilecek olursa Kuvvet Komutanları saatlerce meydanda olmasa da Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın ülkeye komuta edebildiği bir durumla karşılaştık.
Eğer Kuvvet Komutanları ve Genelkurmay Başkanı’nın ele geçirilmesi Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın ele geçirilmesinden daha kolay olsaydı, o zaman belki böyle bir yöntem denenebilir, önce zayıf halka çökertilir, Cumhurbaşkanı ve Başbakan yalnızlaştırılarak elde edilebilirdi. Fakat gördüğümüz kadarıyla Kuvvet Komutanlarına ulaşmak siyasal liderliğe ulaşmaktan daha kolay değilmiş. Özellikle Genelkurmay’a yapılan operasyonlar ciddi çatışmalar gerektirdi. Diğer taraftan önce siyasal liderlik hedeflenmiş olsaydı, darbenin çok daha hızlı ilerlemesi ve istediği kaos havasını yaratma şansı daha yüksek olurdu. Fakat darbeciler en büyük güçlerini Boğaz Köprüsü gibi stratejik olmayan, operasyonel ve taktiksel yani yöntemsel noktalardan başlattı. Bu tür bir operasyon pek tabii ki başka şartlarda işleyebilirdi. Mesela bir yıldırım harekatı değil de, yıldırma harekatı tercih edilmiş olsaydı o zaman öncelikle siyasetin etrafının boşaltılması anlamlı bir yöntem tercihi olabilirdi. Fakat bir yıldırım harekatı yapıyorsanız yönteminiz de ona göre şekillenmek durumundadır. Aksi taktirde belirlenen hedefle uygulanan yöntem arasındaki mesafe açılır ve harekat başarısızlıkla sonuçlanır.
Aslında bugünlerde hepimiz böyle bir örgütlenme biçiminin nasıl mümkün olduğunu ve nasıl bu kadar cüretkar olabildiklerini düşünürken şaşkınlık içindeyiz Devletin ve ordunun en yüksek kademelerine nasıl sızdıklarını düşünüyoruz. Sızma işleminde böyle başarılı olan bir örgütün her üç darbe denemesinde de başarısız olması çok şaşırtıcı görünüyor. Aslında hiç şaşırtıcı değil. Tam da sızmada başarılı olduklarından bu operasyonlarda başarısız oldular. Örgütçü zihniyet sızmalarını kolaylaştırırken aynı zihniyet nihai başarısızlığın da sebebi oluyor. Bu tür örgütler kurumsal yapılarda başarılı olabilir ama stratejik karar alma gerektiren düzensizliklerde özgün düşünce şansından uzaktır. Şaşılacak derecede körlükler ve beceriksizlikler ortaya çıkabilir.
Bugün hepimiz general seviyesine ulaşmış bir askerin kendi zihnini nasıl olup da akli melekeleri şüpheli bir liderin emrine verdiğini hayretle izliyoruz. Fakat o örgütün mensubu da bizim nasıl olup da o adamın zihniyetini anlamadığımıza hayret ediyor. Yani bu dünyanın gerçekliklerinden uzak yaşıyor. Böylesi bir zihniyete sahip örgüt üyesi için siyasal ve stratejik karar verme imkanları sınırlıdır.
CUNTAYLA MÜCADELE STRATEJİSİNİDÜŞÜNMEK
Aslında bu tür bir darbe girişiminden çıkarılacak çok sayıda ders var. Bu konuyla ilgili çok sayıda değerlendirme yapılacaktır. Bunlar her ne olursa olsun, bu tür örgütlenmelerin zaman zaman ortaya çıkabileceği ve maalesef Türkiye’ye yönelik eylemler geliştirme ihtimalinin ortada olduğu görünüyor. Bir kamikaze saldırısı düzenleyen örgüt Türkiye’ye her zaman bir tehdit olduğunu gösterdi. Türkiye siyasi tarihinin belki de en güçlü siyasal liderliğinin olduğu bir dönemde ordunun ancak bir kısmını oluşturan grubun buna cüret etmesi hepimizi bu konuda daha ihtiyatlı olmak gerektiğine ikna ediyor.
Böylesi darbe girişimlerinin başarısız olacağını zaten gördük. Ülkemizde hem güçlü bir siyasal otorite mevcut hem de uyanık bir halk. TSK’nın darbeciler tarafından tüm yönlendirmelere rağmen önde gidenlerin peşine düşmemiş olduğu da ortaya çıktı. Fakat böylesi cuntacı grupların ortaya çıkması da hala mümkün. Bu nedenle Türkiye önümüzdeki dönemde darbelerle karşılaşmak istemiyorsa öncelikle ordunun içinde cunta oluşumlarını engelleyici tedbirler alması gerekir. Bu tedbirler pek tabii ki sadece güvenlik tedbirleri olmayacaktır. Muhtemelen sosyal ve siyasal tedbirler daha önde gelecektir. Mesela toplumda darbenin daha da ayıplı hale getirilmesine dair çalışmalar üretilebilir. Eğitim kurumları, basın yayın ve benzeri organlarda bu tür darbe teşebbüslerinin zararları ortaya konabilir. Aynı şekilde siyasal düzlemde de önemli tedbirler alınmalıdır. Siyasal otoritenin orduya hakimiyeti ve ordu üzerindeki kontrolü bu konulardan bir tanesidir. Fakat bu son darbe teşebbüsünden hareket edecek olursak üretmemiz gereken çeşitli sonuçlar ve öneriler var.
Görünen o ki önümüzdeki dönemde alınacak tedbirler şu iki düzlemde düşünülebilir. Öncelikle kısa vadeli tedbirlere odaklanılmalı fakat sonra uzun vadeli ve yapısal tedbirlerin neler olacağı düşünülmelidir.
Acil Tedbirler
Kısa vadede devletin ve ordunun içinde bulunduğu durumdan acilen çıkartılması konusu ön plana çıkıyor. Zaten devlet ve hükümet bu konuda oldukça hızlı adımlar atmaya başladı. Ordu ve yargı gibi çok temel iki kurum başta olmak üzere devlet kurumlarında bu cuntacı zihniyetin tüm unsurlarını öncelikle baskı altına almak sonra da devre dışı bırakmak için hızlı operasyonlar gerçekleştirmek gerekli. Bu da maalesef darbe ortamının kendi şartlarında gerçekleşmek durumunda kalacak. Bu nedenle üzerinde şüphe bulunan tüm bürokratların kontrol altında tutulması gerekir. Bunun illa ki gözaltına alma ve tutuklama şeklinde olması gerekmeyebilir ama bir şekilde kontrolden kaçırılmaması şarttır. Kamu çalışanları için yurt dışına çıkış yasağı ve benzerleri bu türden tedbirlerdir. Üzücü olmasına rağmen bunlar maalesef tüm toplum olarak katlanmak durumunda olduğumuz durumlardır.
Görüldüğü gibi bu örgüt üyeleri rasyonel zeminde hareket etmiyorlar. Grup mensubiyetleri kendi rasyonalitelerinin önünde olduğundan her türlü çılgınlığı yapmaya hazır olduklarını ispatladılar. Bu nedenle benzeri intihar eylemleri gerçekleştirilmesi hep ihtimal dahilindedir. Şu andan itibaren kısa vadede örgütlü bir kalkışma daha yapmaları uzak bir ihtimal. Fakat tekil intihar eylemleri gerçekleştirmeleri hiç de uzak bir ihtimal değil. Böylesi saldırılar gerçekleştirmeleri ve intikam eylemleri yapmaları hiç kimseyi şaşırtmaz. Bu nedenle özellikle Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın korunmasına her zamandan daha fazla dikkat edilmesi gerekecek. Buna ilaveten henüz kontrol altına alınmamış olan darbe destekçilerine yönelik operasyonların da devam ettirilmesi elzemdir.
Tüm bu mücadele esnasında bu terörün arkasındaki liderin ve onun zihniyetinin de çökertilmesi gerekecek. Gülen’in ABD’den istenmesi ve baskının arttırılması şart. Lider kültü etrafında birleşmiş olan bu örgüt için en önemli motivasyon kaynağı maalesef ABD’dir. Bu nedenle Türkiye’nin öyle ya da böyle Gülen’in Türkiye’ye iadesi için bastırması gerekecektir. ABD tarafı bu darbe girişiminin ardında Gülen’in olduğunun farkında. Tabii ki geri iade için bahaneler üretiyor. Fakat Türkiye bu konuyu hukuki zeminde tartışmaktan uzak durmalıdır. Mesele hukuki değil, siyasi ve askeri bir meseledir. Bu nedenle ABD ile yapılacak müzakereler bu iki zemin üzerinden yürütülmelidir. Aksi takdirde zaman kaybı yaşanabilir.
Yalnız ABD tarafı durum ne olursa olsun Gülen’i teslim etmek istemeyecektir. Bu sadece Gülen’in Türkiye’ye karşı bir araç olarak kullanılabilir kıymetinden değil, bir örnek teşkil etmesi nedeniyle de böyledir. Çünkü ABD’nin ev sahipliği yaptığı tek örgüt lideri Gülen de ğil. ABD tarih boyunca bu tür yabancıları uzak coğrafyalara müdahil olmanın aracı olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam edecektir. Gülen’i Türkiye’ye iade etmesi diğer benzeri örneklerin de iade edilebileceği anlamının doğmasına neden olabilir. Böylesi durumlardaki ortakları için bir güvenilirlik açığı yaratmamak için Gülen’i başka yollardan bir mesele olma halinden çıkartabilir. Başka bir ülkeye kaçış haberinin gündeme gelmesi kimseyi şaşırtmaz. Çünkü ABD hakikaten zor durumda. Bu sefer ciddi anlamda yakalandı. Meseleyi ne kadar hukuki zemine sokar ve ne kadar diretirse diretsin, ortada gözden kaçırılamayacak açık gerçeklikler var. Türkiye’de demokratik ve yasal hükümete karşı bir darbe yapılmaya çalışıldı ve bu eylemin arkasındaki adam ABD’de yaşıyor. Bu gerçekliğin eğilip bükülecek tarafı yok. Bu nedenle Türkiye, ABD üzerinde kurduğu baskıyı çok daha ileri düzeylere yükseltme şansına sahip. Beklenen sonuç belki tam anlamıyla elde edilemeyebilir ama en azından Türkiye’yi uzun süredir bir sürü konuda bile isteye zor durumda bırakan ABD’nin eli zayıflatılabilir.
Gülen’in örgütü Türkiye’de çökertildikçe ABD için daha az kıymetli hale gelecektir. ABD için bir değer değil de bir yük olmaya başladığında ise ABD Gülen’den kurtulmak isteyecektir. Bu nedenle Türkiye, ABD üzerinde özellikle İncirlik Üssü’nü merkez alan baskısını artırırken bir yandan da Gülen’i ABD için değersiz kılacak operasyonları hızlı ve kapsamlı bir biçimde gerçekleştirmelidir. Aslında mesele dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor. Bu örgüte mensup kimselerin devletin tüm kademelerinden uzaklaştırılmaları ve suça bulaşanlara yönelik ise en ağır ve caydırıcı şekilde cezalandırılmaları acilen gerekiyor.
Yapısal Tedbirler
Bu darbe teşebbüsünden çıkartılacak dersler uzun vadede tedbirler alınması gerektiğini gösteriyor. Bugün Gülen grubu çökertilebilir ancak yarın başka bir grup yine benzer şekilde bir silahlı eylem gerçekleştirebilir. Bunun ortada açık ispatı ya da ulaşılabilir verileri yok ama TSK’da başkaca inanç biçimlerinin, ideolojik yapıların da kendince örgütlenmeye çalıştığı hep konuşulur. Aslında FETÖ bize bunun gerçek olduğunu gösterdi. Bu nedenle uzun vadeli hesaplamalarda Türkiye’nin böylesi cuntacı bir darbe girişimine hedef olmamak, hedef olsa dahi atlatmak için üç alanda tedbir alması gerekiyor:
Birinci tedbir alanı “siyasal düzlem”dedir. Türkiye gelecek dönemde ordusuna ortak bir kimlik kazandıracak siyasal tedbirler almalıdır. Orduda yapılanmış gruplardan biri darbeye teşebbüs etti. Bazen orduda “Avrasyacılar” diye bir gruptan bahsedilir. Bazen “NATO’cu” bir grup olduğu söylenir. Bazen “Vatanseverler” olarak adlandırılanlar bazen “Ulusalcı” olarak adlandırılanlar var. Bu bahsi geçen isimlerin doğru olması gerekmiyor. Öyle veya böyle ordu bu tür konularda dedikodu bile olsa bir tartışmanın zemini haline gelmiş. Bu nedenle bu konuya eğilmek öncelikle şart gibi görünüyor. Bir ülke ordusunda aranacak en temel özellik herkesin kabul edebileceği gibi yerli olmasıdır. Farklı hizipleşmelere müdahil olunmalıdır. Bunu sağlamanın yolu ise ordunun ele geçirildiğinde ülkenin ele geçirilebileceği fikrini ortadan kaldırmaktır. Yani aslında orduyu daha fazla siyasal kontrole açmaktır. Ordu siyaset tarafından kontrol edildiği müddetçe siyasal otoriteye bayrak açma ihtimali daha azdır. Böyle olursa şayet ordunun içinde siyasal hükümeti devirmek isteyen bir gruplaşma ortaya çıktığı durumlarda siyaset duruma çok daha kolay ve hızlı müdahale edebilir. Şimdiki haliyle TSK’nın YAŞ çerçevesindeki atama yükseltme düzenlemeleri tam da cunta heveslilerinin sızabileceği boşluklar barındırmaktadır. Kendini bir zihniyete hasreden gruplar teamüllere iyi çalışarak bu çerçevede yükselişini sağlayabilir. Bahsi geçen teamüller hükümetlerin kontrolünü zayıflatıyor. Eğer cuntalaşmalar engellenmek isteniyorsa ordunun da milli irade tarafından düzenlenmeye hazır olması gerekir. Çünkü orduda cuntalaşma zihniyeti en az hükümet çevrelerinde olacaktır. Çünkü seçimle iş başına gelen gruplar orduda cuntalaşma peşinde koşmazlar. Bu yönde atılacak bir iki somut adım öncelikle anayasada yapılacak bir düzenleme ve Genelkurmay Başkanlığının Savunma Bakanlığını bağlanmasıyla atılabilir.
Bu tür bir tedbire muhtemelen itiraz olacaktır. Genelde Türkiye’de ordunun siyasal hükümetlerden bağımsız bir devlet kurumu olması gerektiği sık sık dile getirilir. Fakat bu kavramsallaştırma maalesef Türkiye’ye ait ve çok da doğru olmayan bir anlayıştır. Evet ordunun siyasal otoritenin gündelik siyasetinden belli ölçüde uzak olması tercih edilir ama ordunun siyaset müdahalesinden uzak olması düşünülemez. En nihayetinde ordu siyasetin belirlediği hedefler için araçsaldır. Birinci Dünya Savaşı öncesi Alman ordusu ve benzeri örnekler aslında hep siyasetin orduyu şekillendirmesi gerektiği fikrini doğrulamıştır. Burada bunun uzun bir tartışması yapılamaz. Bu başlı başına bir çalışma konusudur ancak en azından son darbe teşebbüsü bize siyasal kontrolün doğrudan erişmesinin bu kadar kısıtlı olmasının cuntacılığı özendirdiğini gösterdi. Bu nedenle de bu kontrolün artırılması sadece ülkenin değil ordunun da kendi yararına olacaktır. Aslında sosyal ve siyasal anlamda son yıllarda ülkede yaşanan değişim orduyu büyük ölçüde siyasal iktidarın kontrolüne sokmuştu. Fakat bu kontrol daha büyük oranda Erdoğan’ın kişisel karizması üzerinden yürümektedir. Bunun bir an önce kurumsallaştırılması ülkede yaşanan siyasal ve sosyal dönüşümün orduda da tamamlanması anlamına gelecektir. Bu çerçevede ordunun eğitim kurumları ve müfredatlarıyla bütünüyle reforme edilmesi ihtiyacı da gündeme ayrıca gelecektir.
Uzun vadeli tedbirlerin ikincisi “stratejik düzlem”de alınacak tedbirlerdir. Yine bu teşebbüsten yola çıkarak darbecilerin ancak cunta biçiminde ortaya çıkacağı düşünülecek olursa, bu tür darbe çabalarının başarıya ulaşmasının stratejik kıymeti yüksek hedeflere ulaşmaktan geçtiğini biliyoruz. Bu nedenle tedbir almak için bu cuntacıların bu tür hedeflere ulaşmasını mümkün olduğunca engellemek gerekecektir. Bunun için de atılacak iki adım var: Birincisi bu hedeflere ulaşımı zorlaştırmak, ikincisi de bu hedeflerin sayısını arttırmaktır. İlk olarak yapılması gereken darbenin başarı şansını artırabilecek hedefleri daha korunaklı hale getirmektir. Bu örnekte olduğu gibi Cumhurbaşkanı tatilde olsa dahi 40 veya 50 kişilik bir özel kuvvetle çatışabilecek şekilde korunması gerekiyor. Beştepe ve Çankaya hem tank hem de helikopter saldırılarına karşı korunaklı hale getirilmelidir. Füze savunma sistemleri ve tanksavarların bu gibi adreslerde konuşlandırılması gündeme gelmelidir. Yine Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıklarında saldırı değil, savunma silahlarının yaygınlaştırılması uygun olacaktır. İkinci olarak bu darbe bize cunta tarzı darbelere, eğer iyi yönetilirse polis ve istihbarat örgütleri tarafından direniş üretilebileceğini gösterdi. Bu nedenle bu gibi stratejik adreslerin sayısının arttırılması da cuntacıların başarı şansını azaltacaktır. Örneğin istihbarat örgütünün ikiye ayrılması, iç ve dış istihbarat birimlerinin kurulması bu gibi tedbirlerin başında gelir.
Üçüncü uzun vadeli tedbir ise “operasyonel ve taktik düzlem”de alınacak tedbirlerdir. Doğası gereği bu tedbirler darbenin yöntemlerini engelleyerek ve şaşırtarak yenmeyi ilgilendirir. Bu ise darbecilerin yıldırım savaşı yöntemini bozarak yıldırma savaşına dönüşmesini sağlamak demektir. Bunu sağlamak için ise şu üç adım atılmalıdır:
Birincisi, darbecilerin hareket kabiliyetini sınırlandırmak gerekir. Darbecilerin karada hareketi engellemek için özellikle zırhlı birliklerin ulaşamayacağı güvenli alanlar oluşturmak gerekebilir veya zırhlı birliklerin çıkışlarını zorlaştıracak tedbirler düşünülebilir. Fakat asıl önemli mesele hava hareketliliğidir. Bu darbe girişimi bize helikopter yoluyla asker sevkiyatının darbe için önemini gösterdi. Bu nedenle darbe karşıtı hava savunma sistemleri yaratılması ve bunların komuta merkezlerinin sayısının mümkün olduğunca arttırılması gerekir.
İkincisi, darbe karşıtlarının ateş gücünü arttırmak gerekir. Tarih boyunca mobil, hareketli ve küçük birliklerin alternatifi ateş gücü yüksek savunma birlikleri olmuştur. Yine tarih içinde birinin diğerine daha avantajlı olduğu durumlar olmuştur. Sayıca az olan cuntacılar bu nedenle hep saldırgan ve hareketli olacaktır. Bu nedenle darbede hedef olarak seçilebilecek alanların kale gibi korunaklı hale getirilmesi veya ateş gücü yüksek sistemlerce korunması gerekir. Böylece çatışmalar kısa sürede yıpratma savaşına döner ve darbeciler sürekli vakit kaybeder. Örneğin MİT’e ve Emniyet’e yapılan saldırılar sırasında yerden yapılan savunmanın işe yaradığını gördük ama bu gibi merkezlerin daha ateşgücü yüksek sistemler tarafından korunmaması büyük hata olur.
Üçüncü olarak taktik düzlemde darbe karşıtları bu örnekte olduğu gibi darbecileri asıl hedeflerden uzaklaştırmanın yollarını bulmak zorundadır. Yine bu konu da uzun uzun ele alınabilir ama en azından Cumhurbaşkanı ve Başbakan gibi stratejik hedeflerin sürekli yer değiştirmesi veya değiştiriyor izlenimi verecek kurgular çıkartılması sağlanabilir.
Daha başka düzlemlerde daha başka uzun vadeli tedbirler de alınabilir. Burada analizine uzun uzun yer verilmediğinden girilmedi ama mesela “teknik düzlem”de tanka karşı tanksavar dengesi kurulması fikri gündeme gelmelidir. Yani darbe yapan cunta eğer ordunun tankını kullanacaksa poliste tanksavar bulunduğu fikri bu anlamda oldukça caydırıcı olacaktır. Böylesi ayrıntılı tedbirler ise daha teknik düzlemde ve bu boyutu daha derin tartışmalar gerektirmektedir. Kısaca söylemek gerekirse, bir cunta ihtimali her zaman olabileceğini gördük. Buna karşı hem uzun hem de kısa vadede tedbirler almak gerek. Öncelikle PDY’ye yönelik kapsamlı ve hızlı bir temizliğin ardından uzun vadeli tedbirlere geçilmeli. Bu uzun vadeli tedbirler ise hem siyasal hem stratejik hem de operasyonel ve taktik düzlemde ayrı ayrı ele alınarak ortaya çıkan ufak cuntaların darbe karşıtı unsurlar tarafından nasıl elimine edileceğine dair çalışmalar yapılmalıdır.