PARİS İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ANLAŞMASINA ENERJİ POLİTİK BİR BAKIŞ
Bilindiği üzere, iklim değişikliği son yıllarda dünya gündemini işgal eden en önemli sorunlardan biri durumuna gelmiş bulunmaktadır. Global bir sorun olan iklim değişikliği, bu bağlamda sınır tanımayan bir sorun olup her ülke için risk oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, ülkelerin ortak meselesi olan iklim değişikliği konusu, üzerinde dikkatle durulması gereken ve yaşamı tehdit eden bir hal almış bulunmaktadır.
Kısaca; “nedeni ne olursa olsun iklimin ortalama durumunda ve/veya değişkenliğinde onlarca yıl ya da daha uzun süreler boyunca gerçekleşen değişiklikler” olarak ifade edilen iklim değişikliği konusu gerçekte hayli karmaşık bir silsileyi betimlemektedir. Bir başka deyişle, iklim değişikliği sadece atmosferle ilgili olmayıp kara yüzeyleri, kar ve buz dağılımı, okyanuslar ve diğer su kütleleri ile canlıları kapsayan hayli kompleks bir sistemi ifade etmektedir.
Burada şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki; dünya için iklim değişikliği yeni bir olgu değildir. Çağlar boyu dünyada ısınma ve soğuma süreçleri birbirini takip eden şekilde yaşanmış ve bir döngüsel çevrim olarak dünya tarihinde yerini almıştır (Şekil 1)
Şekil 1 Çağlar Boyu Dünyada İklim Değişimi
Şekil 1’den de açık olarak görüldüğü üzere; gerçekten de dünyada ısınma ve soğuma süreçleri birbirini takip etmektedir. Isınma ve soğuma süreçlerine sebep olan esas neden, dünyanın enerji bilançosunu değiştiren etmenler olmaktadır. Dolayısıyla iklim sistemi esas itibariyle güneşten alınan enerji ile ilgilidir denebilir. Bir başka deyişle, dünyanın güneşten aldığı enerji ve dolayısıyla dünya enerji bilançosundaki değişimler burada etken olmaktadır. Bu argümanlar arasında dünya yörüngesindeki değişimler ve güneş faaliyetlerindeki değişimler gibi kozmik etkenler olabildiği gibi dünya atmosferindeki değişimler de etkin olabilmektedir. Dünya atmosferindeki en önemli etmen sera gazları olmaktadır. Doğal olarak ta sera gazı salımı olmaktadır, ancak bundan ayrı olarak insanoğlundan kaynaklanan sera gazı salımları önemli olabilmektedir.
Şöyle ki; atmosferde güneşten gelen ışınımın atmosferde emilimden sonra tekrar geri yansıma oluşmaktadır. Ancak sera gazları, bu geri yansımayı azaltmakta ve sonuçta atmosferde olması gerekenden daha fazla ısı birikimine neden olmaktadır. Böylelikle de “Küresel Isınma” etkisi söz konusu olmaktadır (Şekil 2).
Şekil 2 Sera Gazı nedeniyle Küresel Isınma Mekanizması
Şekil 1 incelendiğinde ise görülmektedir ki; günümüzde ısınma periyodunda bulunuyor olmaktayız. Isınmada, atmosfer şartlarında değişim bağlamında sera gazlarının atmosferde artması önemli bir etken oluşturmaktadır. Bunda insanoğlunun katkısı da üzerinde durulması gerekli mühim bir konu olarak kendini göstermektedir.
Sera gazları ifadesiyle esas olarak; karbon, azot ve kükürt oksitler, metan, su buharı ve ozon kast edilmektedir. Sera gazları içinde önemli bir tanesi karbondioksit olup atmosferde en olumsuz etkiyi oluşturduğu kabul edilmektedir. Bu bağlamda karbondioksit indikatör olarak ele alınmakta ve çoğu kez de karbon dioksit üzerinden değerlendirmeye gidilmektedir.
Karbondioksit için doğa kaynaklı olarak önemli ölçüde salım gerçekleşmektedir ve özellikle denizlerden çıkışlar ile canlıların solunumu burada etken olmaktadır. Bunlara ilaveten insanların neden olduğu salımlar söz konusu olmaktadır. Günümüzde insanoğlunun katkısı küçümsenmeyecek boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Sera gazlarına ve bu bağlamda karbondioksit salımına insanoğlunun katkısı esas itibariyle sanayi devriminden sonra hayli önem kazanmış olup zaman ilerledikçe yazık ki; bu salımın giderek artan bir trend gösterdiği gözlenmiştir. Doğal salıma etkin olmak pek de mümkün değilken insanoğlunun neden olduğu salımı ülkelerin ve bireysel olarak genel olarak tüm insanların bilinçlenmesiyle konuya çözüm oluşturulabileceği fikri önem kazanmış bulunmaktadır.
İklim Değişikliğiyle İlgili Uluslararası İnisiyatif Girişimleri
Özellikle karbondioksitin artışı, çevre ve iklim değişikliği üzerinde etken olmaktadır. Bu etkiler yadsınamaz boyutlarda hissedilince bazı uluslararası çalışmalar ve etkinlikler gerçekleştirilmiştir. İlk olarak 1972’de Stockholm’de Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı toplanmış konuya ilişkin bir deklerasyon yayınlanmıştır. 15 yıl sonra, 1987’de Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu oluşturulmuş ve “Bizim Doğal Geleceğimiz (Our Common Future)” adını taşıyan bir uyarı Raporu yayınlanarak ekonomik kalkınma programları üzerinde düzenlemeler yapılmasının gerekliliğine değinilmiştir. Bu bağlamda, doğal kaynakların sonuna kadar tüketilmemesi ve çevrenin zarar görmemesi için “sürdürülebilirlik” kavramı ortaya atılmıştır.
Bu Raporun yayınlanmasından 5 yıl sonra 1992 Yılında Rio’da Birleşmiş Milletler (United Nations-UN) tarafından geniş kapsamlı bir Konferans düzenlenmiştir. Burada; durum tespiti, yapılması gerekenler, mevzuat ve işbirliği ile denetim konularında Ortak Rapor yayınlanmıştır. 10 yıl sonra ise benzer bir zirve Johannesburg’da toplanmış ve alınan yol belirlenmeye çalışılmış, ancak önemli bir gelişim sağlanamadığı gözlenmiş ve de zirve başarısızlıkla sonlanmıştır.
Rio zirvesi doğrultusunda teknik ve somut limitlerin konulduğu Kyoto Protokolu 1997’de imzaya açılmış ve bu protokolün ekinde ülkeler iki kategoride toplanmıştır. Dolayısıyla devletler; zengin ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler olarak ayrılmıştır. Söz konusu bu protokol; (Türkiye’nin de dahil olduğu) gelişmiş Ek 1 ülkelerinin sera gazı salımlarını azaltmalarını kabul etmelerini ve 2008-2012 yılları arasında, 1990 yılı seviyesinden ortalama %5 aşağıya çekmelerini istemekte aksi takdirde (oluşturulacak Karbon Borsası bağlamında) ilave ödeme yapmalarını öngörmekteydi.
Kyoto protokolünü ABD dışındaki hemen her ülke imzalamıştır. Ancak, ABD’nin o dönemde en büyük sera gazı salımı yapan ülke olarak protokolü imzalamamış olması ve ilaveten 2012 ye yaklaşılırken 2008 ekonomik krizinin yaşanması ve bu ekonomik krizin etkilerinin tüm ülkeler için yıpratıcı olması sonucunda Kyoto protokolü gerekleri yerine getirilememiştir. Protokolün gereklerinin 2020 yılı başı itibariyle hayata geçirilmesi önerildiyse de bu öneri de gerçekleşememiştir.
Bu arada, konu ile ilgili temel odak konusu farklı olsa da bazı ilgili toplantı ve/veya Konferanslar da yapılmıştır. Bunları önemlileri olarak; 1994’de Kahire’de toplanan “Dünya Nüfus ve Kalkınma Konferansı”, 1995’te Kopenhag’da yapılan “Dünya Sosyal Kalkınma Zirvesi”, 1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen “İkinci İnsan Yerleşimleri Konferansı-Habitat II” toplantısı, 1997’de Montreal’de yapılan “Montreal Zirvesi” ve New York’da düzenlenen “Binyıl Zirvesi” sayılabilir.
Bu toplantıların sonuçlarına Rio+20 konsepti ile 2012’de yine Rio’da toplanan Zirve’de yer verilmiş. Sonuçlar konusunda iyi niyet ve destek ifadeleri kullanılsa da resmileşen bir deklerasyon çıkmamıştır.
Paris İklim Değişikliği Anlaşması
Bütün bu girişimlerden sonra; 2015 yılında iklim değişikliğini önlemek için 21. BM Toplantısı Paris’te toplanmıştır. COP-21 olarak da nitelenen bu toplantı (ön çalışmalardan sonra) Aralık 2015’te üzerinde mutabakat sağlanan kararlar oluşturulmuştur. Söz konusu kararlar “oybirliği” ile kabul edilmiştir. Burada dikkat çeken husus, ABD’nin de bu kararları imzalamış olmasıdır. ABD, kararları Barack Obama döneminde (Başkanın ikinci başkanlık döneminin son senesinde, bir başka deyişle son döneminde) imzalamıştır.
Paris İklim değişikliği ile alınan kararlar 5 Ana başlıkta toplanabilmektedir. Bunlar;
- Sıcaklık ve Uzun Dönem Hedefleri (Devletler, uzun vadeli bir hedef olarak ortalama küresel sıcaklık artışının, sanayileşme öncesi dönemdeki seviyenin 1.5°C ile sınırlandırılmasına çalışılmak)
- Uyum ve Revizyon Mekanizması (İklim değişikliğinin etkilerine karşı uyum kapasitesini ve direnci artırmak)
- Karbon Piyasalarının kurulması (Hedeflerin değerlendirilmesi, karbonun fiyatlanması, karbon sızıntısı ve sınır düzenlemeleri yapmak,)
- Şeffaflık (Bu doğrultuda, bütün ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik ulusal katkılarını açıklamaları ve bu katkıları beş yılda bir olacak biçimde güncellemeleri)
- Finansman (Gelişmiş ülkeler tarafından, Yeşil İklim Fonu ve Küresel Çevre Fonu aracılığıyla gelişmekte olan ülkelerde emisyon azaltımı ve iklim değişikliğine uyuma yönelik faaliyetlere finansal destek sağlanması ve finansman akışını düşük emisyonlu ve iklim değişikliğine karşı dirençli kalkınmayı destekler biçimde yönlendirme yapmak) olarak sayılabilir.
2015 yılında toplanan COP-21’de oluşturulan Paris İklim Değişikliği Anlaşması’nın kararlarının (Kyoto Protokolü’nün 2020’de sona eriyor olması nedeniyle) 2020 yılından sonra yürürlüğe girmesi benimsenmiştir. Aynı zamanda Paris Anlaşması; 2050 ve sonrasına yönelik uzun dönemli düşük karbonlu ve “Nötr Karbon” ekonomisine geçiş planlarına yönelik ulusal katkı beyanlarının hazırlanmasını ve ilgili gelişmelerin her beş senede açıklanmasını istemektedir.
Ancak, ABD’de 2016 Başkanlık seçimlerinde Başkan Trump’ın seçimleri kazanması ve Başkan olmasını takiben, ABD, COP-21’den çekileceğini bildirmiştir. Bu durumda yine alınan kararlar önemli ölçüde akamete uğruyor izlenimini yaratmıştır. Bununla beraber ABD’de 2020 Başkanlık seçimini Başkan Biden’ın kazanmasını takiben, (ABD’nin tekrar) “Paris İklim Değişikliği Anlaşması” kararlarını tanıyacağı ifade edilmiştir.
Türkiye açısından konu ele alındığında öncelikle Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle birlikte EK 1 listesinde yer alıyor olması (ve bu listede kalıp kalmayacağı konusu) belirsizlik yaratmaktadır. Öte yandan, Türkiye günümüze kadar Paris Anlaşması’nı imzalamış olmasına karşın TBMM’den geçirmemişti. Ekim 2021 dönemi TBMM çalışmalarına başlamasıyla bu anlaşma TBMM’de onaylanmış bulunmaktadır.
Bu süreçte Türkiye’nin sektörlerinin yenilikçi dönüşümü gerçekleştirmek için öngörülebilirliği; uyumlu çevre ve enerji politikalarını, ilgili hukuki yönlendirmeleri, uygun finansman mekanizmalarını oluşturması gerekmektedir. Bu bağlamda var olan Kalkınma Planı, Sanayi Stratejisi, Enerji Piyasası ve Arz Güvenliği Strateji Belgesi ve İklim Değişikliği Eylem Planı vb. uzun vadeli planlama dokümanlarının iklim değişikliğiyle mücadeleyi esas alacak biçimde bütüncül bir bakış açısıyla yeniden ele alınması ve düzenlenmesi söz konusu olmaktadır.
Paris Anlaşması ve Olası Enerji Politik Yansımaları
Paris Anlaşması çerçevesinde uzun vadeli enerji gereklerinin karşılanmasına yönelik öngörülerin, sürdürülebilir kalkınma dinamikleri dikkate alınarak düzenlenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda sera gazı salımına neden olmayan ve ilk etapta en az sera gazı salımı yapan seçeneklerin öne çıkarılması öngörülmektedir. Bu bağlamda, özellikle sera gazı salımı düşük olan santralların kullanılması gerekmektedir (Şakil 3). Dolayısıyla, yenilenebilir enerji üretimine ve verilen teşvikler ile fosil yakıt kullanımının sınırlandırılması yönünde mevcut politikalarda tutarlılık sağlanması elzem olmaktadır.
Şekil 3 Farklı Enerji Santralların Sera Gazı Salımları
Ancak, yenilenebilir enerji santrallarında (doğal şartların sürekliliği olmayabildiğinden) her istenen zamanda, istenen güçte enerji üretilememektedir. Sürekli enerji üretimi sağlayan fosil yakıtlar da kullanılmak istenmediğinden önemli seçenek olarak nükleer santral kullanımı öne çıkmaktadır. Bir başka deyişle, nükleer enerji santrallarının karbon salımı olmadığı için dünyada bu enerji santralları önemli ölçüde planlanır hale gelmektedir. Bu bağlamda nüfusu artmakta olan ve gelişmişlik yolunda aşama kaydetmek isteyen ülkeler nükleer santral kurmakta ve/veya kurmayı planlamaktadırlar (Şekil 4).
Öte yandan, enerji verimliliğini teşvik eden ve düşük karbonlu üretime olanak sağlayan yatırımları ve bu kapsamdaki Ar-Ge projelerinin desteklenmesine, ilgili ekonomik ve hukuki düzenlemelere de gereksinim bulunmaktadır. Fazla olarak (halen pahalılık ifade ediyor olmasına karşın) hidrojen kullanımı gündeme gelmiş bulunmaktadır. Günümüzde tümüyle hidrojen kullanılması yerine kısmi uygulamaların öne çıkmaya başladığı da gözlenmektedir.
Şekil 4 Dünyada İşletmede Olan, İnşa Halinde Olan ve Planlanan Nükleer Santrallar
Bu durumda, özelikle enerji yoğun sektörlerin bu konuda dönüşüm stratejileri oluşturmaları zorunlu olmaktadır. İlaveten tüm iş dünyasının kendi şartlarını dönüştürmesi gerekecektir. Ulaşımda fosil yakıtlı araçlar yerine elektrikli araçların ikamesi önerilmektedir. Hal böyle olunca büyük güçlü elektrik santrallarına daha çok ihtiyaç olacaktır. Ancak, sera gazı salımı az olan santrallar öne çıkacaktır. Dolayısı ile yine nükleer güç santralların kurulumu gündeme gelecektir.
Konuya Türkiye açısından bakılacak olursa; Türkiye Paris Anlaşmasını imzalamış bulunmaktadır. Ülkelerin kararları imzalamış olması yeterli sayılmamakta, parlamentolarından da geçirmesi beklenmektedir. Türkiye bu anlaşmayı Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) onayına getirmiş ve kabul etmiş olup 7 Ekim 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla Paris Anlaşmasını onaylamış bulunmaktadır.
Paris Anlaşması kararları açısından bakıldığında karbon salımını azaltmak için ülkemiz, bazı konularda zaten yol almış bulunmaktadır. Bu bağlamda karbon salımı düşük veya olmayan santrallara yönelmiş bulunmaktadır. Bu bağlamda, hidroelektrik santrallar, rüzgâr santralları ve güneş santralları ve bunlardan ötesinde emre amade, baz santrallar kapsamında olan nükleer santrallar inşa halindedir.
Hidroelektrik santrallar 70’li yıllardan bu yana öncelenmiştir. Arka arkaya kurulan hidrolik santrallara ilaveten yeni büyük kapasiteli hidroelektrik santrallar da devreye girmiştir veya girmektedir. Halen Türkiye’de toplam hidrolik kurulu gücü 31.336 MWe olan 685 hidroelektrik santral çalışmaktadır. Bu santralların kurulu güce oranı ise %32 mertebesindedir. Ayrıca, hepsi 100 MWe’den yüksek 25 hidrolik santral da yapım aşamasındadır. Bunların içinde dünyanın en yüksek duvarlı hidrolik santrallarından biri olacak olan Yusufeli Hidroelektrik santralı da yer almaktadır.
Rüzgâr santrallarına bakıldığında Türkiye’nin rüzgâr santrallarındaki kurulu gücü 335 santralden 9.600 MWe’i aşmış bulunmaktadır. Bu değer, toplamda %15’i aşan kurulu güce tekabül etmektedir. Türkiye güneş santrali konusunu da programına almış ve kurulu gücü 7.000 MWe’i aşmış bulunmaktadır. Ayrıca 1.600 MWe’in üzerinde jeotermal santraller de çalışmaktadır. Şekil 5’te Türkiye’de kaynaklara göre kurulu güç görülmektedir.
Şekil 5 Türkiye’de Kaynaklara Göre Kurulu Güç
Ancak, Türkiye’nin halen termik santralleri baz santralleri durumundadır. Bununla beraber 2021 sonbaharı ile ithal kömür santralleri için durdurulma kararı alınmıştır. Tüm hususlar, Paris Anlaşması gereklerini yerine getirmeye hizmet edecektir denebilir. Bununla beraber, enerji sektörü dışında başta ağır sanayi sektörü olmak üzere tüm sektörlerin kendini söz konusu kararlara göre düzenlemesi gerekecektir.
Bütün bunlardan daha önemlisi Akkuyu’da kurulmakta olan ve 4 üniteden oluşacak olan nükleer santral projesidir. Zira tek bir üniteden en yüksek güç elde edilen santral tipi olan nükleer santraller olup emre amade santral kapsamında yer almaktadır. Akkuyu Nükleer santralının (4 x 1.200 MWe) toplam gücü 4800 MWe olacaktır. Ayrıca, Soçi’de Devlet Başkanları arasında 29 Eylül 2021’de yapılan görüşmede Türkiye’nin kurmak istediği 2 ayrı bölgedeki nükleer santral projelerinin de Rusya tarafından kurulmasının gündeme geldiği ifade edilmiştir.
Sonuç
En çok sera gazı salımı yapan ülkeler de dahil 195 ülke tarafından imzalanan “Paris İklim Değişikliği Anlaşması” önümüzdeki süreçte her ülkede etkilerini daha etkin olarak gösterecektir. Bu bağlamda, anlaşmayı imzalayan ülkelerden biri olan Türkiye’de de bu etkiler farklı uygulamalar olarak ortaya çıkacaktır denebilir.
Öncelikle tüm ülkelerin, bölgelerin, şirketlerin ve sistemlerin karbon ayak izi olarak ifade edilen karbon eşdeğeri salımlarının değerlendirilmesinin hemen her alanda uygulanması gerekecektir. Sistemlerin daha az karbon salımına ilişkin olarak teknolojik gelişimleri takip ederek ilgili değişimleri devreye almaları söz konusu olacaktır. Bütün bunlar önemli ilave yatırımlar anlamına gelmektedir. Bu bağlamda finansman sorunlarının giderilmesi öne çıkan mesele olacaktır.
Türkiye, Paris Anlaşmasını imzalamış olmakla bazı önemli taahhütlerin altına da girmiş olmaktadır. Ancak, bu taahhütlerin bir kısmına yönelik olarak, örneğin; yenilenebilir enerjiyi gündemine alması, hidrolik santrallar başta olmak üzere rüzgâr, güneş ve jeotermal santrallara enerji politikaları içinde yer vermiş olması, daha da önemlisi sera gazı salımı olmayan (4 üniteden oluşan) nükleer santral yapımında hayli yol alıyor olması Türkiye’nin Paris Anlaşması’na uyumunu kolaylaştırabilecektir. Bununla beraber konuya ilişkin yeni projelerin gündeme alınması ve var olanların gözden geçirilerek revize edilmesi gerekecektir. Bütün bunlar önemli finansman gereksinimi anlamına gelmektedir. Bu konuda, Paris Anlaşmasını imzalamış ve parlamentosundan geçirerek onaylamış bir ülke olması nedeni ile kredi bulması daha kolay olacaktır. Bu bağlamda konuya ilişkin oluşturulan ilgili (Yeşil İklim Fonu ve Küresel Çevre Fonu vb. gibi) fonlarından yararlanması ve (3 Milyar USD gibi) bir finans kaynağı yaratması da olasıdır.
Öte yandan, Paris Anlaşması iklim değişikliğini önlemeye yönelik olarak insan etkisini azaltmaya ilişkin bir anlaşmadır. Oysa, dünyanın genel devinimi (Şekil 1) çerçevesinde iklim değişimi olayları büyük olasılıkla (Paris Anlaşmasının başarıyla hayata geçirilmesi halinde dahi) devam edebilecektir. Bu duruma da hazırlıklı olunması gerekmektedir. Bir başka deyişle, olabilecek olaylara karşı (sel, heyelan, yangın vb. gibi afetlere ilişkin) tedbirlerin de alınması yerinde olacaktır denebilir.
Ayrıca, fosil yakıt ihracatçısı olan ülkeler için (şimdilik) kısa vadede çok etkin değilmiş gibi görünse de orta ve uzun vadede talep güvenliği sorununu ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda sadece ülkeler değil konu ilgilisi çok uluslu şirketler de bu kapsamda etkilenecekler arasındadır denebilir. Dolayısıyla, ilgili enerji şirketlerinin enerji arz ve/veya talep güvenliği uzantısında zora girmesi söz konusu olacaktır. Nitekim daha şimdiden örneğin; İngiltere’de enerji şirketlerinden iflas edenler ortaya çıkmaktadır.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki; nükleer enerji, yenilenebilir enerji, hidrojen kullanımı, enerji ve kaynak verimliliği tüm ülkeler tarafından öne çıkarılacaktır. Çevre yatırımlarını bütün sektörlerin ciddiyetle gündemlerine almaları ve ilgili tedbirleri içeren eylem planlarını yapmaları gerektirmektedir.
Öz olarak belirtmek gerekirse; “Paris İklim Değişikliği Anlaşması” (Kyoto Protokol’ünde olduğu gibi göz ardı edilmeyerek uygulamaya geçirilmesi ve ciddiyetle uygulamaya alınmasıyla) ülkelerden sektörlere, sistemlerden enerji kullanımına kadar değişimler yaşanacak ve özellikle kilit niteliğe sahip enerji politikalarında evrilmelere neden olabilecektir. KASIM 2021