Türkiye neredeyse Küba’dan daha sosyal bir devlet
Uzun yıllar sağlık alanında uluslararası firmalarda edindiği üst düzey yöneticilik deneyimi sonrası, kendi girişimini hayata geçiren Gökşin Özel, ortakları ile birlikte Circulogene Sağlık’ı kurdu. Kanser genetiği alanında çalışmakta olan firma ve ülkemizin sağlık altyapısı ile ilgili görüşlerini aldığımız Circulogene Sağlık İcra ve Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Gökşin Özel, sorularımızı yanıtladı.
Edindiğiniz uluslararası tecrübe ve ülkemiz ölçeğindeki onlarca yılı bulan gözlemleriniz çerçevesinde, ülkemizdeki sağlık sektörü ile ilgili genel bir değerlendirme yapmanızı istesek neler söylersiniz?
Geçmişle kıyasladığımız zaman Türkiye’nin sağlık alanındaki gelişimi kayda değerdir. Çoğu insan 1980 ve 90’larda sağlık alanında yaşadığımız ciddi sorunları hatırlayamayabilir. 2003 yılında Sağlık Bakanı Recep Akdağ döneminde başlatılan Sağlıkta Dönüşüm Projesi sonrası özellikle sağlık hizmetlerine olan erişim sıkıntı olmaktan çıktı. Bunun yanında Bağkur, SSK, Emekli Sandığı gibi sosyal güvenlik kurumlarının tek şemsiye altında toplanması ile PTT, Polis, Öğretmen Hastaneleri gibi garip uygulamalardan çıkıldı. Bu gelişmeler ve sonrasında acil sağlık hizmetleri çerçevesinde kara, hava, deniz ambulanslarının olması ve Anadolu’da en ücra köşeye kadar bu hizmetlerin ulaştırılması önemli gelişmelerdir. Ancak bu gelişmelere rağmen sağlık hizmetinin önemli alanlarında kaliteyi bir türlü tutturamadık.
Kalite ile ilgili eleştirinizi biraz açarsak, kaliteyi artıramamamızın ana nedenleri ile ilgili düşüncelerinizi de almak isteriz?
Bugüne kadar sağlık hizmetlerinde kalite konusunda yaptığım değerlendirmelerde bunu anlatmaya çalıştım. İnsanlar kalite denilince genelde hastalanınca kendilerine kuş tüyü yataklarda veya tek kişilik odalarda bakılması gibi mevzuları algılıyor. Ancak benim bahsettiğim kalite, yönetim kalitesidir. Bizim sağlık hizmeti yönetimi kalitemizde sorun var. Mesela, birçoğunun düşündüğü gibi Türkiye’de ciddi bir hekim açığımız yok, ancak hemşire ve hasta bakıcı gibi yardımcı sağlık personeli açığımız var.
Doktor yeterliliği konusunu açar mısınız?
Türkiye’de 2017 verilerine göre kişi başına yıllık ortalama dokuz poliklinik, yani hekime müracaat hizmeti veriliyor. Nüfusumuzun 82 milyon olduğunu düşünürsek, yılda yaklaşık 720 milyon poliklinik hizmeti verildiği sonucuna varırız. Yine verilere bakarak 150 binden fazla doktorumuz var ve biz bu rakamı yıllık toplam poliklinik hizmetine oranlarsak, her doktor için yıllık 4800 poliklinik hizmeti sonucuna varırız. Bu hizmeti de yıllık çalışma günü olan 240 ile oranlarsak, ortalama bir doktorun günde 20 hastaya bakacağı sonucuna varırız ki bu ideal bir rakamdır.
Bu noktada yine yönetimsel kalite sorunu gündeme geldiğini söyleyebilir miyiz?
Evet, biz bu noktada sıkıntılar yaşıyoruz. Planlamamız doğru. Birinci basamak, ikinci basamak ve üçüncü basamak olarak kurgumuzu yapmışız, birinci basamak olan aile sağlık merkezlerinden başlıyoruz, ikinci basamak hizmet hastanelerimizde devam ediyoruz ve son basamak olarak da eğitim ve araştırma hastanelerimizde en üst kaliteye çıkıyorsunuz. Ancak bu planlamanın pratik hayatta uygulanmadığını görüyoruz. Örneğin; basit bir üst solunum yolu enfeksiyonum var ve direkt üniversite hastanesine gidiyorum. Oysaki benim ilk önce aile sağlık merkezine gitmem lazım. Ama kapılar açık diye doğrudan eğitim ve araştırma hastanesine gidiyorum. Eğitim ve araştırma hastanesindeki hekimin görevi basit bir üst solunum yolu enfeksiyonu ile uğraşmak olmamalı, o doktorlar ağırlıklı olarak birinci ve ikinci basamak merkezlerin üstesinden gelemediği komplike işlerle uğraşmalı. Ancak üçüncü basamak hekimi basit vakaları kabul etmeyip birinci basamağa geri gönderebilir mi? Teorik olarak evet, reel hayatta maalesef hayır! İşte bu sebeple üçüncü basamakta hizmet kalitesini aşağı çeken kontrolsüz bir yığılma oluşuyor.
Türkiye’nin sağlık harcamalarına ayırdığı kaynak ile ilgili bilgi alabilir miyiz?
Bugün itibari ile 200 milyar TL’ye yaklaşan yıllık sağlık hizmeti harcamamız var. Bunun Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya oranı %5’ler mertebesindedir. Bu oran gelişmiş ülkelerde %15’lere varabilmektedir.
Oranın düşüklüğü başka sorunları beraberinde getiriyor mu?
Nereden bakıldığına bağlı! Sosyal bir devlet anlayışı ile tüm vatandaşlarına minimum bir sağlık hizmeti sunmak noktasından bakıyorsanız, Türkiye’nin neredeyse Küba’dan daha sosyal bir devlet olduğunu söyleyebilirim. A.B.D. gibi gelişmiş ülkelerde sağlık harcamalarına GSYH’dan %15 pay ayrılmasına rağmen buna devletin katkısı %50’den düşüktür. Bizde ise bu oran %80’ler mertebesindedir. Bu noktada A.B.D. vatandaşına, iyi sağlık hizmeti almak istiyorsan elini cebine atacaksın diyor ve özel sağlık sigortalarını devreye sokuyor. Türkiye’de sadece iki milyon vatandaşımızın özel sağlık poliçesi olduğunu dikkate alırsak bizde bu konudaki yaklaşımlar oldukça yetersizdir. Kısaca, herkes devlet bana baksın diyor, hükümetler de tahmin edilebilen sebeplerden ötürü sürdürülmesi çok zor olan sosyal devlet politikalarını uygulamaya çalışıyor.
Diğer taraftan ilaç, medikal alanlarda kaynağın doğru kullanılmadığı gibi bir eleştiri de var. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Doğru planlayamama konusunu yine başta vurgulamakla beraber israf konusunun da kaliteyi etkileyen ana başlıklar içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizde insanların neredeyse parmağım ağrıyor şikayetiyle MR çektirmesi oldukça çarpıcı bir örnektir. Bunun temel sebeplerinden biri MR cihazlarının ülkemizde fazlalığıdır. Bu cihazların çalışması için yapılan işlem, israf dahi olsa yapılıyor. Sağlık hizmeti böyle verilmemeli. Diğer taraftan, A.B.D.’nde hastaneler 300-400’lü veya daha fazla gruplar halinde satın alma organizasyonları yapar ve bu hastaneler için ortak ihaleler gerçekleştirir. Bu satın alma organizasyonundaki beyin takımı, hastanelerin ihtiyaçlarını çok iyi takip eder ve açtığı büyük ihalelerle hastanelerin menfaatine sonuçlar alır. Kısaca doğru planlamayı yapamadığımızı ve neticesinde de her açıdan sıkıntılı sonuçlarla karşılaştığımızı söyleyebilirim.
Bu israf ve yönetim kalitesi ile ilgili konuları konuşurken, etik sorunları da gündeme getirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu düşünceme katılır mısınız?
Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi hasta-hekim ilişkilerinde veya çok uluslu/yerel firmalarla sağlık profesyonelleri arasında ciddi etik sorunlar yaşanabildiğini görüyoruz. Bu konuda ciddi davalar var. Türkiye’de de böyle davalar oldu ve var. Bu konuda Türkiye Cumhuriyeti’nin rüşveti önleyici kanunları olup bu çerçevede zaten devletin bunu yakalayıp gerekli cezaları vermesi gerekmektedir. Ancak etik dediğimiz zaman yine de en önemli sorunumuzun israf olduğunu düşünüyorum. Çünkü israfı önleme, iş etiğinin bana göre en önemli parçalarından biridir. Örneğin siz hastane olarak X ürünü satın aldınız ve bu ürünün bir son kullanım tarihi var. Bu tarih içerisinde iyi bir depo yönetiminiz olmadığı için ürünü kullanamazsanız milli servetiniz çöpe gidecektir ve bu büyük bir israftır. Hastane depolarında atıl duran cihazlar da israftır. Bunun önlenmesi çok önemlidir. Diğer taraftan konuyu parası devlet tarafından ödenip evde saklanan ilaç boyutunda düşünürseniz bir başka önemli konunun da vatandaşın eğitimi ve muhtelif takip mekanizmaları olduğu kanaatindeyim.
Bugün uğraşı alanınız olan kanser genetiği ve firmanızın faaliyetleri ile ilgili bilgi alabilir miyiz?
Kanser alanında dünyada son 3-4 yıldır güzel gelişmeler oluyor. Kanser genetiği diye bir şey var. Ancak bunu derken kanserin kalıtsal bir hastalık olduğu sonucunu çıkarmayalım. Tam aksine kanser genellikle kalıtsal bir hastalık değildir. Kanser, genlerde mutasyon oluşumu sonrası ortaya çıkan kontrolsüz hücre çoğalması ile başlıyor ve bağışıklık sistemimiz bunları tamir edemiyorsa devamında kanser yani tümör dokusu oluşuyor. Bu tespit edildiği zaman yapılması gereken genetik olarak bunun test edilmesidir. Bu aşamada hangi gen hangi mutasyonlara yol açıyor sorusu gündeme geliyor ve eğer bu sorunuza cevap bulabilirseniz ve bunun onaylı bir ilacı varsa tedavide ona başlarsınız. Kemoterapi gibi düşük oranlarda değil, yüksek oranlarda tedavi olursunuz, ayrıca kemoterapideki gibi hayat kalitenizde düşüşler de olmaz. Biz buna hedefe yönelik tedavi diyoruz. Bu tedaviler devlet tarafından kısıtlı oranlarda karşılanıyor. Hedefe yönelik tedavide kullanılan ilaçların maliyetleri oldukça yüksektir.
Bu tedavilerin tamamen karşılanabilmesi için çalışmalar yapılabilir mi?
Bu konuda SGK’nun güncel bir çalışma içinde olup olmadığını bilemiyorum. Ancak sağlıkla ilgili bakışımızı değiştirirsek, konuyu farklı noktalara götürebiliriz diye düşünüyorum. Sadece kanser özelinde değil tüm sağlık hizmet beklentimizde, her bireyin kazancından belli bir miktarı sağlık için ayırdığı bir düşünce ve uygulama yapısına gelebilirsek, ilerleyen dönemlerde konu ile ilgili farklı yaklaşımlar içerisine girebiliriz. Bu noktada Cumhuriyet tarihi boyunca bizi yönetenlerinde bu konuda bizi yönlendirmediklerini söyleyebiliriz. Bize hep ‘biz sosyal devletiz’ demişler, ‘herkese biz bakacağız’ demişler. Tamam, ancak günün sonunda nereye kadar sorusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bugün A.B.D.’nde bir trilyon dolar sağlık harcaması yapılıyor. Devlet bu harcamanın çoğuna girmem, poliçeni kendin ödeyeceksin diyor. Eğer ödemezsen çoğunlukla yüksek ve son teknolojiden mahrum asgari düzeye yakın bir tedavi hakkın var diyor.
Türkiye’de kanun yolu ile bu konu belli bir noktaya getirilebilir mi?
Getirilmeli, devlet emeklilik için gelirden kesintiler yaptığı gibi sağlık için de herkese özel sağlık poliçesini kanun yolu ile kolaylaştırmalı ve zorunlu kılmalı. Vatandaş da daha ileri düzeyde sağlık hizmeti istiyorsa elini taşın altına koymalı.
Hedefe yönelik tedavi yapılabilmesi için sizin yaptığınız testler mi uygulanmalı?
Evet, bugün bizim yaptığımız testlerin uygulanması gerekir. Test yapılıp kanda mutant dediğimiz tümör DNA’larının tespit edilip hekime söylenmesi gerekir ki doktor gerekli tedaviyi başlayabilsin.
Yaptığınız testi ara ara yaptırmamız mı gerekiyor?
Kanser teşhisi konulduğu anda bu test yapılmalı ki hangi tedaviyi uygulayacağınız ortaya çıksın. Şayet tedavi sürecinde klinik bir iyileşme yoksa tekrar bu testi yaptırmanız lazım. Çünkü verdiğiniz ilaca bir direnç gelişmiş olabilir. Onun yerine hangi tedaviye başlamanız gerektiğine karar vermek için bu testi tekrar yapmanız gerekir. Tedavinin sonuna geldiğinizde de, tedavinin yüzde yüz yapılıp yapılmadığını öğrenmek için o aşamada da bir test yapmanız gerekir.
Bizim testlerimizin dünya genelinde tartışıldığı en önemli nokta ise sağlıklı bireylerde erken teşhis konusudur. Biz Circulogene Sağlık’ı kurduğumuz zaman kendime testi yaptırdım ve bende cilt kanserine yol açabilecek işaretler çıktı. Bu noktada aldığım gen danışmanlığı neticesinde vücudumdaki ben haritasının çıkarılması istendi. Sonrasında ise yılda bir defa bu benleri dermatoloğumla takip etmem istendi. Saat 11:00 ile 16:00 arasında direkt güneş ışığına maruz kalmamam, eğer kalırsam belli bir koruma faktörüne sahip kremlerden kullanmam istendi. Bu benim için çok önemli. Bugün insanlarımız basit ağrı, öksürük, balgamda kan ve anlamsız zayıflama benzeri şikâyetler ile doktora gidiyor. Belli araştırmalardan sonra size x kanseri olduğunuz söyleniyor. Hem de çoğunlukla son evrede olduğunuz söyleniyor. Maalesef böyle hastaların çoğunun kısa sürelerde hayatlarını kaybettiklerini üzüntüyle izliyoruz. Ben ise sorunumu tespit ettikten sonra takibimi yapabilirim. Kanseri ilk evrelerde teşhis etme imkanına sahibim. Bu da bir gün kanser olursam tedavi olma şansımı çok artırıyor.
Testlerin ücreti herkesin yaptırabileceği oranda mı?
Maalesef bu testlerin fiyatı herkesin kolayca ödeyebileceği seviyelerde değil. Bugün 15 bin – 20 bin TL civarında fiyatı var. Bilhassa bu tip biyoteknoloji ürünlerin ilk çıkış fiyatları her zaman yüksek olmuştur. Ancak ilerleyen dönemlerde bu fiyatlar daha karşılanabilir noktalara gelecektir inancındayım.
Circulogene’nin Türkiye’de kuruluşu ile ilgili bilgi alabilir miyiz?
Circulogene Sağlık olarak Türkiye’de alışılagelmişin dışında bir uygulama ile “münhasır lisansör” olarak ana merkezle 2017’de başlayan ve 2047’ye kadar devam eden bir sözleşmemiz var. Bizim içimizde yabancı ortak yok. Beş Türk ortakla firmamızı kurduk. Operasyon bölgemizi EMEA yani Avrupa, Ortadoğu, Afrika diye isimlendiriliyoruz ve 68 ülkeyi kapsayan coğrafyada, otuz yıl süreyle patent, teknoloji, isim, logo dahil tüm hakların tek sahibiyiz. Biz, münhasır lisansörüz. Bu noktada İstanbul’u üs yaptık ve Türkiye haricinde Slovakya’dan Kazakistan’a, Bakü’den Dubai’ye, Beyrut’tan Johannesburg’a, Kiev’den Kahire’ye kadar birçok distribütörümüz var. Bu ağ önümüzdeki dönemde artacak. Türkiye’de şimdilik bir distribütörle çalışmayıp kendimiz direkt hareket etmeyi uygun bulduk. Türkiye’yi kendimize tecrübe sahası olarak görüyoruz ve ülkemizde edineceğimiz bilgi, bize operasyonu daha doğru uygulama imkanı sağlayacak inancındayız.
Sistem nasıl işliyor?
Talep geldiği anda ekibimiz gider, talep sahibinden 3-4 ml gibi çok az miktarda bir kanı alır. Biz alınan bu kanı A.B.D.’ndeki merkez laboratuvarımıza göndeririz. Merkezden 2-3 hafta içinde test sonuçları gelir ve ülkemizde anlaşmalı olduğumuz akredite genetik tanı merkezinin eklediği genetik danışmanlıkla beraber, hastaya ve doktoruna sonucu ulaştırırız.
Bu bölgeye bir laboratuvar kurma imkânı var mı?
Bu üzerinde çokça düşündüğümüz bir konudur. Bu konunun halli sadece maddi nedenlere dayalı olsaydı, bunu hemen halleder ve laboratuvarı kurardık. Ancak aynı anda 68 farklı ülkede operasyon yaptığımız için bu konuda hızlı karar vermek doğru olmayacaktır. Çünkü tüm ülkelerin birbirinden değişik regülasyonları ve konuya farklı yaklaşımları mevcut. Bu nedenle zaman içinde tüm operasyonumuzu dikkate alarak doğru karara varabileceğimizi düşünüyoruz. EYLÜL 2019