Katalonya Referandumu: AB’nin mi, İspanya’nın mı Demokrasi Krizi?

Ahmet Ceran, İKV Uzmanı

Uluslararası siyaset makinesinin eş zamanlı olarak farklı coğrafi kesimlerde birbirinden farklı yoğunluklarda çok fazla sayıda krizle karşı karşıya kaldığı, takip etmesi zor bir tarih dilimini yaşıyoruz. Hem AB ülkelerinde hem de Türkiye’de haber kanalları bir gün Katar’dan canlı yayınlarda son dakika altyazıları geçerken, sonraki gün aynı televizyon ekiplerinin Irak’ın kuzey sınırından canlı yayın yaptığı, tam o sırada Las Vegas’tan saldırı görüntülerinin ajanslara düştüğü kaotik günler. Bu kaosun harladığı noktalarda kameralara yansıyan en çarpıcı “o an”lardan biri beklenmedik şekilde, 1 Ekim 2017 tarihinde Katalan yerel yönetiminin İspanya’dan ayrılma taleplerini referanduma taşımasının ardından İspanyol merkezi yönetiminin ve İspanyol kolluk güçlerinin seçim noktalarına gerçekleştirdiği sert müdahaleler oldu.

Referandumun en ateşli anlarında gerçekleşen merkezi yönetim müdahalesinin sertliği öncelikli olarak sosyal medyada AP üyelerinin, uluslararası sivil toplumun ve sıradan AB vatandaşının tepkisini çekti. Bütün siyasi çalkantı ve uluslararası hukuk analizlerinin ötesinde temel hakların garanti altına alınması, başat çağrı haline geldi. Olayların durulmasıyla ise herkes derin bir nefes aldı, rasyonel siyaset süreçlerine geri dönüldü. Uluslararası siyaset makinesinin kucağına ise yepyeni bir kriz daha düşmüş oldu.

2 Ağustos tarihinde AB tarafından gerçekleştirilen Eurobarometre kamuoyu yoklamasında AB vatandaşlarının önemli bir bölümünün AB’nin geleceğinden umutlu olduğu (yüzde 56), hatta Avrupa baharı söyleminin dillere düşmeye başladığı bir dönemin ardından Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker, 2017 yılı Birliğin Durumu konuşmasında rüzgârın Avrupa yelkenlerine geri döndüğünü ifade etmişti. Katalan krizi, yelkenlerdeki rüzgârı kesmemiş olsa da, Komisyon ve diğer AB kurumlarının krize tepki göstermekte geç kaldıkları ve yeterince temel haklar odaklı hareket etmedikleri eleştirileri kısa süreliğine muhakkak ki bu rüzgârı yavaşlattı. Dolayısıyla AB rüzgârını kısa süreliğine kesintiye uğratan bu gelişmenin köklerine inmekte fayda var.

2003 yılından bu yana vites düşürmeden devam eden Katalonya’nın bağımsızlığı tartışmalarını, temelde bir takım anahtar sözcüklerle özetlemek çok mümkün: otonomi, referandum, İspanyol Anayasa Mahkemesi, Katalan yönetimi, Madrid merkezi yönetimi. Bu beş kilit terimin yer aldığı her cümle, krize dönüşen süreci özetlemek için bir bakıma yeterli olacaktır. Bütün süreç aslında 2003 yılında Katalan toplumunun, 2005’te ise Katalan Parlamentosunun, yerel yönetimin gücünü artırmaya yönelik otonomi çabalarının su yüzüne çıkmasıyla başladı. Her defasında bu çabalar İspanyol Anayasa Mahkemesine takıldı. 2010 yılında verdiği kararda mahkeme, Katalonya’nın hukuki olarak ulus niteliği taşımadığına ve Katalan dilinin İspanyolca ile eşit statüye sahip olamayacağına hükmetti. Bu tür gelişmeler her seferinde toplumsal olarak daha sert tepkiyle karşılık buldu. Örneğin kararın ardından 10 Temmuz 2010 tarihinde 1 milyonun üzerinde Katalan, Barselona’da bir araya gelerek La Rambla’yı “Biz bir ulusuz. Biz karar veririz!” sloganlarıyla inletti. Yükselişe geçen popülizmin hem sağ hem sol siyasetteki yansımalarıyla birlikte dil gittikçe sertleşti, dillerde yankı bulan söylemin başat anahtar kelimesi “referandum” haline geldi. Referandum çınlamaları, merkezi yönetimin bütün engellemelerine rağmen, 2014 yılında Katalan Parlamentosunun bağlayıcı olmayan referandum çağrısıyla somut bir şekil aldı. Anayasa Mahkemesi bir kez daha devreye girdi ve merkezi hükümetin başvurusu üzerine referandum uygulamasını durdurdu. Bütün bu hukuki kargaşa, 2014 yılında Katalan bölgesinde resmi olmayan bir referandumun düzenlenmesi; sonuçta ise 2,3 milyonu bulan katılımcıların yüzde 80,8’inin bağımsızlığa oy vermesiyle başka bir boyuta taşındı.  

Merkezi finansmanın ve bölgesel fonların dağıtımı, İspanya’nın diğer bölgelerine kıyasla yüksek refah düzeyine sahip Katalan bölgesinin vergi sistemindeki konumu gibi ekonomi odaklı tartışmalarla devam eden süreçte Katalan Parlamentosu, referandumu düzenleyen bir kanunla, 1 Ekim 2017’yi, İspanya’dan ayrılma referandumunun tarihi olarak gösterdi. Eş zamanlı şekilde sandıktan evet çıkması halinde geçiş dönemini düzenleyecek yasal mevzuat kabul edildi. İspanya Başbakanı Mariano Rajoy ile İspanyol Anayasa Mahkemesinin hamleleri gecikmedi ve referandumun anayasaya aykırılığı vurgulandı. 1 Ekim tarihine bu gerilimli tarihsel perspektifin ardından ulaşıldı. Tarihsel perspektif gösteriyor ki, uzun yıllara yayılan gerilimin tamiri için tarafların önüne çok kereler uzlaşı fırsatı geldi. Ancak uzlaşı ve müzakere yerine çatışma dilinin tercih edilmesinin demokratik toplumlarda yarattığı yıkıma 1 Ekim 2017 tarihinde tüm aktörler şahit oldu. 1 Ekim, seçmen nüfusun yüzde 42’sini oluşturan 2,3 milyon Katalan’ın, yüzde 90’ının verdiği evet oyu ile öne çıkmadı. 1 Ekim tarihi, seçim alanlarında 800’ün üzerinde Katalan ve AB vatandaşının yaralanmasına sebep olan orantısız kolluk kuvvetleri müdahaleleri ve devamında sert çatışmalara varan protesto kareleriyle hafızalara kazındı.

Gelinen son noktada Katalonya lideri Carles Puigdemont 11 Ekim’de Yerel Parlamento toplantısının ardından yaptığı açıklamada, sandıkta bağımsızlığa evet oyu çıktığını, lakin bunu İspanya merkezi hükümeti ile yürütülecek müzakereler sonucu gerçekleştireceklerini ve bu sebeple bağımsızlık ilanının askıya alındığını duyurdu. Katalan liderin açıklamaları, hem İspanya hem de Avrupa’nın genelinde krizin yönetilebilmesi için can suyu niteliği taşıyor. Konuya ilişkin pek çok analiz, ayrılma sürecinin sert mi yoksa yumuşak mı geçeceği yönünde görüş ortaya koyarken; diyalog ortamının sağlanmadığı hiçbir çözümden etkin sonuç alınamayacağı vurgusunda bulunuyordu. Diyalog ortamının sağlanmasında AB’nin istese de istemese de rol sahibi olacağını öne sürmek mümkün. Bu durumu 11 Ekim tarihli konuşmasında Puigdemont da vurguladı ve Katalonya’nın bir Avrupa sorunu olduğunu kaydetti. Peki, öyle mi?

Katalonya Sorunu, Bir AB Sorunu mu?

Anlık sosyal medya tepkilerinin yanı sıra AB kanadından konuya ilişkin ilk resmi açıklamalardan biri, Komisyon Sözcüsü Margaritis Schinas tarafından, günlük düzenli basın toplantısı sırasında yapıldı. Schinas, referandumun İspanyol Anayasası’na uygun olmadığını ve bu meselenin İspanya’nın içişleri olduğunu ifade etti. Schinas’ın açıklamalarını AB kurumlarının temsilcileri ve AB üye ülke liderlerinin benzer tondaki demeçleri izledi. Böylelikle AB’nin İspanyol hükümeti yanındaki destekleyici duruşu perçinlendi.

Öncelikle, konuyu yakından takip eden pek çok uzmanın görüşü, AB’nin bir noktada mutlak surette arabulucu olmasa dahi diyaloğu geliştirici, kolaylaştırıcı rol üstlenerek; krize aktif şekilde müdahil olması gerektiği yönünde. Ancak AB tarafından gelen ilk sinyaller, krizin yönetiminde AB’nin çok da hevesli olmadığını gösteriyor. Referandumun hem anayasal olarak hem de seçim metodolojisi açısından hukuki uygunsuzlukları hemen hemen tüm taraflarca kabul görse de,  AB kurumlarında hakim olan “Katalonya meselesi İspanya’nın iç meselesidir” tavrı, daha da entegre bir AB rotasındaki yelkenleri zorlu rüzgârlara sürüklüyor.  

İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, sürecin başından bu yana sert ve net tutumuyla dikkat çekerken, İspanya’nın ulusal egemenliğinin müzakere edilemeyeceğini vurguluyor. Hatta sürecin sert tonda devam etmesi halinde İspanya Anayasası’nın 155’inci Maddesi’nde öne sürülen; Özerk Toplulukların yükümlülüklerini yerine getirmemeleri halinde gerekli önlemleri alma seçeneğini, başka ifadeyle Katalan yönetimini askıya alma, olağanüstü hâl ilanı gibi seçenekleri Rajoy’un gündeme taşımasına kesin gözüyle bakılıyordu. Katalan yönetimi ise başından bu yana AB’yi sürece dâhil etmeye çalışıyor. Ulus devletlerin hâlen uluslararası sistemin başat güçlerini oluşturduğu günümüz konjonktüründe, ulusal egemenlik meselesi en hassas konulardan biri olmaya devam ediyor. Dolayısıyla AB’nin İspanyol hükümetine destekçi tavrı, AB açısından en tahmin edilebilir seçenek.

Farklı boyutlardaki krizlere müdahalede AB’nin en eleştirildiği konu, süreçlere müdahaledeki yavaşlığı. 1 Ekim referandumu sırasında gerçekleşen sert çatışmalar, tehlikeli boyutlara ulaşabilecek retorik ve gözlerden kaçması mümkün olmayan kaos haline, AB’nin 24 saat sonra gelen kurumsal ilk tepkisi çok tatmin edici ve erken olmadı. Zamanlamanın yanı sıra eleştirilerin odağındaki diğer bir mesele,  AB’nin hangi krizlerin üzerine gitmeye meyilli olduğu. Kıbrıs müzakereleri, İran’la süren nükleer müzakereler ve Ukrayna’daki hibrid tehditler gibi çok çeşitli bölgesel ve küresel krizlere, AB’nin çeşitli dönemlerde yüksek perdeden, uzlaştırıcı rolle dâhil olma eğilimi dikkat çekiyor. Ancak AB ülkelerinin kendi içerisindeki çetrefilli durumlarda eğilim oldukça farklı. Son dönemde örneğin Polonya ve Macaristan’da popülist, aşırı sağ politikalarla temel insan haklarının olumsuz etkilendiği vakalara AB tarafından gelen müdahale yeterli kabul edilmiyor. Dolayısıyla AB’nin en kıymetli özelliklerinden birini; entegrasyonun bir şekilde parçası olan tüm aktörleri temel hak ve özgürlükler ile demokrasiye dayalı Avrupa değerleri doğrultusunda dönüştürme yetisini, öncelikli olarak gündeme taşımak gerekiyor. Neticede bu değerlere sıkı sıkıya tutunmaya küresel anlamda belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.